25 Aralık 2011 Pazar

okur-yazar...



 Son yazımdan sonra hayatıma Jules Verne'in Macellanya'sı ve Halit Hüseyni'nin Uçurtma Avcısı ile döndüm. Gerçek dünyaya dönmek için kurguya sığınmak iyi bir yol bana kalırsa. Aslında vücudun ihtiyaç duyduğu şeyi istemesi gibi zihin de kendi ihtiyacını hissettiriyor. Mesela, ne zaman hayatın bence hiç de gerçek kısmı olmayan işe gidip gelme, günlük otomatik davranışları tekrarlama hali ruhumu sıksa gerçeğe dönmek için  bilim kurguya ya da gizemli hikayelere kayıyor gözüm. İlkokuldayken kazandığım ilk kompozisyon yarışmasında bana Jules Verne'in Aya Yolculuk kitabını hediye etmişlerdi. Yani kendi emeğimle edindiğim ilk kitap Jules Verne'e ait. Jules Verne, bir şekilde hepimizin çocukluğuna iz bırakmıştır sanırım.

Macellanya ise Jules Verne'in ölümünden sonra basılmış kitaplarından biri. Her türlü otoriteyi reddeden, anarşist düşüncelere sahip gizemli bir Avrupalının Güney Amerika'daki büyük devletler tarafından hakimiyet altına alınmamış ıssız  ve bağımsız son toprak parçaları üzerinde yaşadıklarını anlatıyor. Kitapta gerçekte otoritesiz bir toplum ütopyasının gerçekleşebilirliği tartışılıyor ve Jules Verne pek de gerçekleşebilir görmüyor bu ütopyayı. Jules Verne'in kitabın satır aralarına sızmış "Avrupalı" bakışı biraz rahatsız etse de akıcı ve merak uyandırıcı bir kitap Macellanya.

İşin ilginç tarafı, kitabı okuduktan sonra Jules Verne üzerine internette biraz araştırma yapmak istediğimde öylesine az bilgiyle karşılaştım ki... Hele Türkçe kaynak bulmak çok daha zor. Türkiye'de bile bu kadar çok okunan bir yazarla ilgili bu kadar az bilgi olması acayip bana kalırsa. 

Jules Verne'le ilgili insanın merakını gıdıklayan bir başka şey ise oğluyla ilişkisi. Macellanya'nın önsözünde Societe Jules Verne'in başkanı Oliver Dumas, Jules Verne'in oğlu Michel Verne'i açıkça Jules Verne'e, onun eserlerine ihanet etmekle suçluyor. Jules Verne'in ölümünden sonra geride kalan yarım kalmış eserlerini yayımcıların isteklerini dikkate alarak ve biraz da satış kaygısıyla kendi kafasına göre düzenleyen öykülerin sonlarını değiştiren Michel Verne edebiyat dünyasında pek de popüler değil anlaşılan. 

Kitabın önsözünde de Jules Verne'in bir mektubunda "Ben, aileyi- yani kendi ailemi demek istiyorum- sadece bir kaygı ve düş kırıklığı kaynağı olarak gören ben..." dediği aktarılıyor. Abimin sıkça kullandığı bir atasözü geldi aklıma: "Mum dibine ışık vermez". Birkaç anlamda kullanılabilen bir atasözü...Bense "İnsanın üstün niteliklerini ve değerini en az takdir edenler en yakınındakilerdir" anlamında kullanıyorum. Bu atasözünün anlamıyla ilgili daha iyi bir açıklama ararken şu cümleleri buldum ki son derece açıklayıcı bence: "Kadri yüce, üstün ahlak ve nitelikleri olan bir kimsenin kıymetini yakın çevresi pek takdir etmez. Bir insan gibi bazı konularda onlar gibi davrandığı için 'bizim gibi biri, o da yiyip içiyor, oturup kalkıyor' diye düşünürler. Dağın görkemini görmek için ona uzaktan bakmak gerekir"  Gerçekten çoğu zaman başkalarının büyük saygı duyduğu niteliklere sahip insanlar yakınlarından, eşlerinden ve dostlarından bu saygının çok azını görebilirler. Başka insanların hayranlıkla takdir ettiği özellikleri, yakınlarının, dostlarının gözünde pek değersizdir. Belki Michel Verne'e babasının eserleri üzerinde böylesine oynama cüretini veren şey de budur. 

Bu arada gözüm tekrar Jules Verne'in mektuptaki cümlesine takıldı  "Ben, aileyi- yani kendi ailemi demek istiyorum- sadece bir kaygı ve düş kırıklığı kaynağı olarak gören ben..."  Ne kadar acı ve cesaret dolu bir itiraf...

Halit Hüseyni'nin kitabından da bahsetmek niyetindeydim ancak yorgunluğum, aklımdakilerin sonraki yazıya kalacağını haber veriyor bana.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Rapor...

Neredeyse hiçbir şey okumadan geçirilen üç ayın sonunda yazacak bir şeylerimin olması biraz garip olabilir ama garip de olsa var yazacaklarım. Gerçekten son üç ayım doğru dürüst bir şey okumadan geçti. Ucundan kenarından karıştırılan birkaç kitap sadece... Günlük olağan aktivitelerine devam etmek için gerekli koşulları oluşturmak gibi zorunluluklar peşinde koşan bendeniz, üç ayı boşlukta sallanarak geçirdim. İki ayım ev aramakla bir ayım da ev yerleştirmekle geçti. Ne diyeyim zormuş bu işler.

Minimum düzeyde işe yarar zihinsel faaliyet içinde geçen bu üç ayın da bana öğrettiği şeyler oldu elbette. Öncelikle bu sürecin sonuna doğru korku içinde fark ettim ki insanın entelektüel algıları da tıpkı kasları gibi çalıştırılmadığı takdirde güç kaybedebiliyor. Günlük olaylar içine hapsedilen zihin, zamanla yüzeyselleşiyor ve dert edinilen şeylerin türü değişmeye başlıyor. Aslında bu son derece sinsi ilerleyen bir hastalık gibi. Tatlı bir rehavetle bedeni ve beyninizi sarıyor. Sonra dünyaya, tarihe ve insanlara dair kuş bakışı pozisyonundan çıkıp giderek irtifa kaybetmeye başlıyorsunuz. bu sürecin sonu da herhalde at gözlüğü aşaması ile tamamlanacaktır diye tahmin ediyorum. 

Sonra bir zamanlar sizin için önemsiz olan şeylerin önem kazanışını izliyorsunuz. İnsanlara bakışınız onları anlamaya çalışan ve gözlemleyen konumundan çıkıp bazen sinir olan kafayı takan bir bakışa dönüşüyor. Bir zamanlar basit meselelerle yormadığınız zihninizin kirlenişini izlemeye başlıyorsunuz. Edebiyatın sanatın yücelttiği ruhu, günlük küçük meseleler ve hesaplar bacaklarından tutup aşağı çekmeye çalışıyorlar. 

Kısacası bu üç ay benim için fena halde öğretici geçti. Bir kere bitkisel hayattaki milyonlarca insanın içinde bulundukları ruh halini sezebilme olanağı buldum. Öğrendiğim diğer şey ise ayakta kalmak için uyanık kalmak gerektiği. Bundan daha önceki birkaç yazımda daha bahsetmiştim galiba. Kendimi bildim bileli, daha küçük bir çocukken içimde büyüyen bir korku vardı: Sıradanlık korkusu... Kendi sıradanlığımdan öte dünyayı sıradanlaştıran bir bakışa mahkum olmak korkusu. Büyüdükçe bu korku şekil değiştirip somutlaşmaya başladı sanırım, şimdi bunu rutinin içinde kaybolup derinliği yitirme korkusu olarak tanımlayabilirim.  İşte bu süreçte öğrendiğim şey, yaşamınızın bir bölümünde ne kadar direnirseniz direnin kendinizi bıraktığınızda düşünsel yapınızın pelteye dönüşme tehlikesinin beklemediğiniz biçimde karşınıza çıkabileceği. 

Sanırım yapılacak en iyi şey ise hastalık sizi tamamen ele geçirmeden tedaviye başlamak. Bunun için ayağa kalkmak, perdeleri açıp güneşin içeriye girmesine izin vermek... Ben öyle yapacağım şimdi...

7 Kasım 2011 Pazartesi

Kurban...

Sabah uyanmakla güne başlamak arasında kalan yatakta miskinlik anlarında geleceğe dair heyecanlı pembe planlar kurmam elbette daha normal bir davranış olurdu ama nedense sabah sabah şu kurban meselesi takılıverdi aklıma. Çevremdeki insanların bir kısmı kurban geleneğini ya da ibadetini sürdürmeyi savunmaktayken diğer kısım toplu hayvan kesiminin insanlık dışı olduğu fikrinde.

Sabah bu konuda aklımdan geçenlere gelince...Öncelikle kurban kesmek hiç de İslamiyete has bir uygulama değil. Dünyada ve bu topraklarda antik çağ inanışlarına ve hatta daha öncesine uzanıyor kurban kesmek. Mesela Homeros'un Odysseia'sını okuyanlar bilir iki sayfada bir kurban kesilir anlatıda. "Gemilere bindik hooop keselim kurbanları yakalım butları", "karaya çıktık hooop keselim kurbanları yakalım butları". Antik çağ tanrılarıyla kurulan ilişkinin en yoğun halidir kurban kesmek, bir çeşit yaranma, kendini sağlama alma çabasıdır.
Hristiyanlık muhtemeldir ki Helenistik inanışlara karşı kökünü kazıma stratejisi nedeniyle kurban kesme geleneğinin takipçisi olmamış olabilir. Nitekim, eski tanrılara ait ne varsa düşmanlıkla yok etmeye çalışan Hristiyanlık için kurban kesme adeti de geçmişi anımsatması nedeniyle terk edilen bir uygulamaydı büyük ihtimalle.

Benim olaya bakışıma gelince. İşin dini kısmını bir kenara bırakıyorum öncelikle o çok ayrı bir tartışma konusu olabilir. Sosyolojik ve tarihi bir olay olarak ise kurban kesme işini iğrenç bir faaliyet olarak görenlerden değilim. Elbette uygulama usulleri durumu değiştirebilir.  Olaya son derece ekonomik bir bakış açısıyla yaklaşıyorum. Hayvancılıkla geçinen insanların yoğunlukta olduğu bir şehirde büyümem nedeniyle kurban kesme işinin bazı aileler için hayat kurtarıcı olduğunu biliyorum o nedenle madem ki bu ülkede insanların ezici bir çoğunluğu otçul değil ve et yemekte ısrarcılar o halde bırakınız kessinler, bırakınız satsınlar. Ancak elbette ki ilk çağlardan beri süregelen bu insan geleneği, ısrarla sürdürülecekse de bu işin aynen ilk çağdaki gibi sürdürülmesine gerek olmadığı konusunda tartışmaya gerek yok. Kısacası son kertede yapılacaksa bu iş bir şekilde, sokaklarda kan nehri oluşturmadan ya da hayvanlara "hayvan" gibi muamele edilmeden yapılsın, olsun bitsin...

30 Ekim 2011 Pazar

Direnmek...

Yeni bir kentte yeni bir hayata başlamanın güzel yanları olduğu kadar can sıkıcı yanları da var. Hele İstanbul'da ev aramak, insanı kısa sürede canından bezdirebiliyor. Nitekim beni bezdirdi. Neyse ki sonunda kendimi içine atabileceğim hoş bir daire bulabildim. Şimdi Fight Club'un kehaneti doğru ise ileride bana sahip olacak eşyalara sahip olma aşamasına geçtim. Aslında ilginç bir psikolojik hal, bu sahip olma süreci. Belirli standartlardan vazgeçmeme arzusu ile sadelik isteği arasındaki gerilim... Neyse ki eşyaya pek de kıymet vermeyen bir ailede büyüdüm, bizim ailede evdeki eşyalarla değil çocukların eşyalar üzerinde rahatça zıplayabiliyor olmasıyla övünülürdü hep. Bir çeşit zenginliği dışavurma çabasını ve eşyalara tapınmayı küçümseme hali yani... 

Yine de böyle bir altyapıya sahip olmama rağmen an an şeytanın ruhumu ele geçirme çabasını hisseder gibi oluyorum. Hayatta direnmek gereken ne çok şey var sahi. Milliyetçileşmeye diren, adalet duygunu yitirmemek için diren, insan kalmak için diren, insanları sevmek için diren, dürüst kalmak için diren, öfkeni kaybetmemek için diren, sakinliğini korumak için diren, aklını korumak için diren, hayaller kurabilmek için diren, kurduğun hayalleri kaybetmemek için diren, ona diren, buna diren, en zoru kendine diren...

Yine de şimdilik bu kadar yorucu geçen hayatın içinde, kısa süre sonra kendi evimde radyoda çalan tanıdık bir ezginin eşliğinde çayımı ve sevdiğim yazarlardan birini yudumlayacağım düşüncesi alıyor yorgunluğumu...

20 Eylül 2011 Salı

Soru...

Kaybolmak korkusu kurtarır mı insanı kaybolmaktan?? Tıpkı soğuğun ölümü tatlı bir uykuyla getirmesi gibi öyle kolay ki insanın kendini tatlı bir uykuya bırakması. Masum, usulca gelen, güvenli, tatlı uyku...Korkuyorum biraz...Burada daha çok hissediyorum uykunun insanların çevresini sarışını. Uyku, sokaklarda insanların arasında uçuşan bir hayalet gibi. Görüyorum ve korkuyorum her yanımdan geçişinde. Bazen öyle yakınlaşıyor ki bana, nefesini hissediyorum; o zaman anlıyorum ki gözlerim ağırlaşmakta, görüşüm daralmakta... Direniyorum, kapatmıyorum gözlerimi. Uyanık insanları arıyor gözlerim ama en uyanık görünen bile bazen öyle derin bir uykuda oluyor ki... Şimdilik sadece korkuma inanıyorum, korkumun beni kurtaracağına..Sahi kaybolmak korkusu kurtarır mı insanı kaybolmaktan??


7 Eylül 2011 Çarşamba

İstanbul...

İstanbul'daki hayatımın dördüncü günü... Yeni işyerimin penceresinden Galata Köprüsü'nü ve denizi görüyorum, pencereden bağırsam köprüdeki biri sesimi duyabilir. Öylesine yakınım denize... Ben bile bu kadarını hayal edemezdim sanırım. Pencereden manzarayı izlerken, boğazı geçerken, haliçi izlerken korkuyla karışık bir keyif alıyorum. Alışmak korkusu bu... Bir gün sahip olduğunu sanmak ve gözünün önündekinin değerini yitirmek korkusu... Korkuyorum çünkü biliyorum ki insanlar sahip olduklarını sandıklarında ellerindeki güzelliği kaybetmek yolunda ilk adımı atarlar. Sahip olmaya direnmek gerek o yüzden.

Gözlerim gördüklerime alışmasın istiyorum, koca binaların içine sıkışmış ufacık apartmanı gördüğümde(ufacıktan kastım iki kişinin yan yana ayakta duramayacağı kadar ufacık, daracık), Balat'ta cadde üzerinde bir binanın duvar dibinde, hiç beklenmedik bir yerde duvara iliştirilmiş üzerinde "1960- su içilebilir" tabelası asılı musluğu gördüğümde ya da şehrin en işlek yerlerinden birinde çift yönlü trafiğin ortasında, orta refujde tek başına öylece duran belki yüzlerce yıllık terk edilmiş yıkıntıyı gördüğümde şu an hissettiğim heyecan hep sürsün istiyorum. Bazı anlar kendi kendime "Keşke gözlerimi paylaşabilseydim ve uzaktaki sevdiklerim de şu an benim gördüklerimi görebilseydi" diyorum.

İstanbul'la ilgili bir sürü şey var. Bir sürü istek... Ama sanırım en çok da ben ona sahip olmamakta direnirken İstanbul da ona ait olmadığımı bilsin ve bana hoyrat davranmasın istiyorum...

4 Ağustos 2011 Perşembe

dinginlik korkusu...

Dün sokakta yürürken birden aklıma insanın hangi noktada yaşamla bağının zayıfladığı sorusu geldi. Yaşamla, etrafında olup bitenlerle hatta kendi hayatında olup bitenlerle bağının zayıfladığı an... Son zamanlarda kendi hayatımda olanlara karşı sıradışı bir sakinlik ve soğukkanlılıkla yaklaştığımı fark etmemdi belki bu düşünceyi zihnime getiren. Sanki artık şaşıracak pek bir şey kalmamış gibi... Sonra insanın şaşkınlığını yitirmesinin ölümcül olduğunu düşündüm. Öfkeyi yitirmenin toplumsal düzlemde ölümcül oluşu gibi.

Ve şaşkınlık... Hala şaşırabildiğimiz oranda enerjimiz var. Gazetede çalışırken kendini yıllar içinde ispat etmiş yaşlı başlı gazetecilerde dikkatimi çeken ortak bir özellik vardı mesela. Yıllardır binlerce acayip olaya, yolsuzluğa, hırsızlığa tanık olmuş bu insanlar karşılarına çıkan her acayipliğe sanki ilk kez böyle bir olayla karşılaşıyormuşçasına hayretle yaklaşırlardı. Gözleri fal taşı gibi açılır, heyecanları yüzlerinin her çizgisine yayılırdı. Onları iyi birer gazeteci yapan, hatta genç tutan şeyin bu olduğunu düşünürdüm hep. Hayret duygusunu yitirmemek, hala şaşırabilmek, kızabilmek, öfkelenebilmek...

Öfke konusunu biraz daha açmak gerekir belki. Kastım sürekli kızgın olmak değil. Sürekli kızgınlık insanı yıpratır çünkü çoğu zaman, zaman kaybıdır. Hayattan çalınan zaman dilimidir. Ancak öfkelenmemek, her şeyi olağan saymak da öldürür insanı, içten içe ve yavaş yavaş bitki haline getirir. Bunu sadece dünyada olanlara duyulan öfke açısından söylemiyorum, bazen kendi hayatımızda, kişisel ilişkilerimizde yaşananlara dair de bir canlılık belirtisidir öfke duyabilmek. Hafıza sahibi olabilmek... Kinci olmamak ama sağlam bir hafızaya sahip olmak... Verdiğimiz tepkilerin nedenlerini unutmamak, unutup da aynı durumlara yeniden düşmemek..

Dün sokakta yürürken içimin bu kadar dingin olmasından dolayı ürktüm biraz. Hafızamın biraz daha canlı olmasını diledim. Silkelenip kendime gelmek istedim. Yapabildim mi? Göreceğiz...

21 Temmuz 2011 Perşembe

Tommie Smith, Peter Norman, John Carlos

Bugün yayınlayacağım yazı başka bir bloga ait. Elbette adres vererek yayınlayacağım. Bu yazıya http://www.soksa.com adresinde rastladım. Benim blogumu takip edenler de okusun istedim. Herkesin spordan daha doğrusu şikeden bahsettiği şu günlerde sporun ve sporcuların başka bir yüzünü hatırlamak bana iyi geldi herkese iyi gelsin istedim... İşte okunası bir misafir yazı:

Gençlik ve serdeki hafif anarşistlik... 200 metrede altin ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos'un siyah deri eldivenli yumruklari havada, başları önde posteri yıllarca hayal dünyamizi ve asil oda duvarlarimizi süslemisti.

Itiraf ediyorum ki, Aynur Çagli'nin o muhtesem haberini okuyana kadar ayni karede önde duran, gümüs madalyali Avustralyali beyaz atlete hiç dikkat etmemisim. Adi Peter Norman imis...

Iste bu atlet geçen hafta öldü. Haberin ve konunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi budur.

Gelelim hikayeye...

Mexico City'de 200 metre finali kosulmus. Amerikali (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciligi Avustralyali (beyaz) Peter Norman kazanmis.

Madalya töreni için bekledikleri sirada, Carlos, Peter Norman'in yanina gelerek sormus:

- İnsan haklarina inaniyor musun?- Evet, inaniyorum.- Peki ya Tanri'ya?- Bütün kalbimle...
Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planini açiklamislar, Norman tereddütsüz katilmis:

- Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektigini söyleyin!

Ilk defa, o günler için müthis bir provokasyon hatta devrim sayilacak bir eylem planliyor iki genç adam: Amerika'daki irk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirligi ve ikinci sinif vatandaşlığı protesto edecekler... Ama nasil?

Fikir Norman'dan geliyor: bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sag tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor; fakirligi sembolize etmek için çiplak ayakla kürsüye çikiyorlar, baslari kederle öne egik, sikili yumruklarini havaya kaldiriyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanismasini göstermek için kalbinin üstüne 'Insan Haklari Için Olimpiyat Projesi Hareketi'nin kokartini iğneliyor.

Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor ve eylem koyuluyor.

Ve tabii (hatirliyorum) dünya birbirine giriyor. Amerika ayaga kalkiyor. Olimpiyatlar bile gölgede kaliyor, dünya gazeteleri yumruklari havada siyah atletlerin fotografini birinci sayfadan veriyor...

Amerikan Olimpiyat Komitesi iki siyahin spor kariyerini o saniye bitiriyor. Eylem amacına ulasmis, Amerika'daki zenci azinligin durumu dünya gündemine girmiştir. Smith ve Carlos spor hayatlarini (ve buna bagli olarak geleceklerini) feda etmisler ama dünya tarihine geçmişlerdir. Dünyadaki yüz milyonlarca ezilmis siyahin ilahi haline gelmislerdir.Peki ya Avustralyali beyaz Peter Norman?

Meslektasim Aynur'un anlattigina göre, Norman'in da hayati kararmis.

Tommie Smith diyor ki:

"Peter, bir beyazdi. O günlerde siyahlarin haklarini savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemigi sahibi beyaz çok azdi. Peter, Avustralya'ya döndügünde kimse yüzüne bakmadigi gibi, herkes tarafindan yargilandi. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dislandi. Tehditler, issizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yasadık ki, üçümüzün de ilk evliligi sona erdi."

Avustralya Devleti Norman'i ölene kadar affetmemis ama... Norman intikamini mezara götürmüs: 1968 Olimpiyatlari finalinde ikinci olurken kirdigi 200 metre Avusturalya rekoru hâlâ, 38 yil sonra kirilamamis.

Ölene kadar süren 'eylem kardesligi'

Iki amerikali ve bir Avustralyali 'lanetli' atletin o gün baslayan 'eylem kardesligi' ve dostluklari ömür boyu sürmüs. Aradan geçen 38 yil boyunca, yazismislar, bulusmuslar, görüsmüsler.

Ta, geçen hafta, Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yasinda ölene kadar.

Ve simdi, asagidaki fotografa iyi bakin:

Tommie Smith, Peter Norman, John Carlos

Melbourne'de yapilan cenaze töreni. 'Onurlu beyaz atlet' Peter Norman'in tabutu, Tommie Smith (solda) ve John Carlos'un omuzlarinda!

Üç 'eylem kardesi' son kez omuz omuza...

Nasil, muhtesem bir haber degil miymis?

Bu habere neredeyse tam sayfa ayıran Star'a bravo. Ve tabii Aynur Çağlı'ya da kocaman bir bravo. Final onun ağzından:

"Cenaze töreninde Carlos ile Smith'in yanina gidip ' Siz Mexico City'de yumruklarinizi havaya kaldırdığınızda, biz Türkiye'deydik. Seref kürsüsündeki fotografiniz o gün bize ve kusagimiza çok şey ögretti ' dediğimde, Carlos yüzünde içten ve gururlu bir gülümsemeyle egilip,' Bizim de bütün amacımız buydu zaten ' dedi."

(Star, 16 ekim)

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Ankara'ya...

İnsan, hayatının neredeyse yarısını geçirdiği bir kenti terk etmeye hazırlanırken garip hissediyor doğrusu. Uzun yıllardır Ankara'dan gitmeye çalışıyorum belki de bu kente geldiğim güne dayanıyor bu kaçış planı. Aslında bu kaçış isteğinin bütün yükünü bu kente yıkarsam haksızlık olur, içten içe biliyorum ki hangi kent olsaydı kaçmak isteyecektim ve hangi kent olsa yine kaçmak isteyeceğim.

Ankara'yı dev bir asansöre benzetmişimdir hep. Burada insanlar meydanlarda sanki etraflarında gerçekte kimse yokmuş gibi yürürler. Uyur gezer gibidir Ankara insanı, on santim uzağından geçen kişinin varlığını yok sayar, göz teması kurmaktan kaçınır. Bazen belediye otobüslerinde yolculuk ederken otobüse benden sonra binen insanları izliyorum oturduğum yerden, sanki bir rüya alemindeler gibi geliyor bana. Herhangi bir insanla gerçek anlamda temas kurmadan göz yordamıyla bulduğu boş koltuğa oturan insanlar...

Arzu, bir süre yaşadığı Ankara için "Burası obezleşmiş bir taşra kasabası gibi" demişti. Doğru yönleri olan bir tespit bence. Ankara özellikle esnaflarından, şoförlerinden nezaket görmenin sıradışı olduğu bir kenttir, sıcak bir tavırla karşılaştığınızda o gün gerçekten iyi gününüzde olduğunuzu hissedersiniz ve "Bir piyango bileti mi alsam" sorusu belirir hemen zihninizde.

K harfinin boynunun bükük kaldığı kenttir Ankara. Alfabenin en mağdur harfidir "K", burada.

Ama kendimi hiçbir zaman ait hissedemediğim bu kentten gitme ihtimalimin oldukça yüksek olduğu şu günlerde Ankara'yı benzersiz kılan bir özelliği fark ediyorum keskin bir biçimde. Hiçbir kent insanın hayatına bu kadar güzel insan sokamaz sanırım. Şimdi bir bölümü Ankara'da yaşamasa da hayatıma o kadar çok güzel insan taşımıştır ki Ankara. Tıpkı kıyıya sürekli hediyeler bırakıp uzaklaşan yorgun bir deniz gibi. Gerçek dostlar... Gözlerinden güzellik taşan insanlar... Tam gitmeye hazırlanırken bile o deniz, son numarasını yapmaktan kaçınmaz hatta.


Neredeyse bir çocukken geldiğim bu kentten şimdi bir yetişkin olarak ayrılmaya hazırlanırken görüyorum ki burada tanıdığım insanlar olmasa hayatım çekilmez olurdu, buradayken yaşadığım şeyler olmasaydı bu kadar sevmezdim kendimi..

İşte o nedenledir ki yıllardır kaçmaya çalışılan bu kent, tam da giderken insanın içine hüznü oturtacaktır. İşte o nedenledir ki hiçbir kent; bu kupkuru bozkır kentinin, bu obezleşmiş taşra kasabasının ya da taşralaşmış obez kentin, bu dev asansörün yerini tutamayacaktır. Hep özlenecektir Ankara...

29 Haziran 2011 Çarşamba

Olcay'ın Geleneksel Olmayan "Havalı" Ödülleri

(Öncelikle bu kaydı okumaya niyetliyseniz internet explorer yerine google chrome'da okumanızı tavsiye edeyim. Nitekim explorer'da kimi bölümler yer almıyor. Bir nedeni vardır muhtemelen ama ben çözemedim. )

Yıllar önce TRT'de ağırlıklı olarak tarım, çiftçi programları yayınlayan bir kanal vardı. TRT kaçtı hatırlayamadım şimdi ama kiviyle ilgili bir program hatırlıyorum. Sanırım kivi yeni yeni yaygınlaşıyordu, bir çiftçi elindeki kiviyi kameraya tutup, "Şimdi, bu meyve her derde deva bir şey. Ne niyetine yerseniz o tadı veriyor. Muz niyetine yiyorsunuz muz tadı geliyor" demişti. Benim de işte o mucizevi kivi gibi sıkca ne niyetine kullanırsam o anlama gelen kelimelerim var. Mesela "havalı" kelimesi...Nereden dilime yapıştı bilinmez ama günlük konuşmada sıkça kullanırım. Bir çok olumlu durum için kullanabilirim. Havalı bir şarkı, havalı bir durum, havalı bir davranış... Örneğin şimdi çok havalı bir yazıya giriş yapmış durumdayım..

Uzun süredir aklımda olan bir mevzu var. Sinemanın en havalıları. Bu yazıda "Geleneksel Olmayan ve Sadece Kendi Keyfime Göre Karar Verdiğim Hiçbir Kesinliği Olmayan Havalı Sıralaması" nı yapacağım...

Önce en havalı kadın:

Tabii ki, bence tartışılmaz biçimde, açık ara farkla.. Rita Hayworth.. Gilda'yla kim rekabete girişebilir ki? Üstelik beyin ve karizmadan ibaret insan evladı Orson Welles'le evlilikleri Hayworth'a benim gözümde biraz daha çekicilik katıyor. Böylece ilk ödülümüz Gilda'ya gidiyor:


Sırada en havalı erkeğimiz var. Başta da söylediğim gibi tamamen keyfime göre ilerleyen bu seçim sürecinde ipi en yakın rakibine epey toz yutturarak gögüsleyeeenn: Cliiiinnnttt Eastwoooooddd.. Şaşırtıcı olmamıştır. Kendisi nazarımca sinema perdesine inen yarı tanrı olmanın yanında yaşlılığında da beyin gücüyle karizmasını ayakta tutmayı becermiştir. İyi Kötü Çirkin, Bir Avuç Dolar İçin ve daha pek çok filmde Eastwood'un göz alıcılığına müzikleriyle eşlik eden Ennio Morricone de olunca dünyadan keyif almak için başka neye ihtiyaç kalıyor ki?


Havalı olmak için elbet estetik açıdan seçilmiş olmaya gerek yok. Bazen kötü adamlar filmdeki herkesten daha etkileyici olabilir. Hatta iyi bir oyuncunun elinde şekillenmiş kötü karakter çok daha büyük hayranlık uyandırır. İşte benim seçtiğim en havalı kötü adam: Leon'un manyak polisi... Göz alıcı, öngörülemez, acımasız Gary Oldman....




En havalı finale geldi sıra. Olağan Şüpheliler'i izleyip finalini aklından çıkarabilen var mıdır acaba. İnsanın zekasını okşayan bir final. İşte benim en havalı final seçimim Usual Suspects (Olağan Şüpheliler filminden geliyor. Filmi izlemeyenler elbette uzak dursun bu videodan :)



Madem en havalı final seçtik en havalı başlangıcı da seçelim. Filmi izleyenler için daha anlamlı bir seçim olacak tabii. Aklıma ilk gelen en iyi başlangıç sahnesi... Old Boy filminden.. İzleyenler hak verecektir ki devamı da başlangıcını gölgede bırakacak kadar iyi bir film Old Boy. İzleyemeyenlere de tavsiye edelim..



Türkiye sinemasının hakkını yemek istemem. Bizi biz yapandır Türkiye sineması..Onlarca kez izleyebildiğimizdir. Şimdi son olarak Kişisel Onur Ödülümü Türk Sinemasının en havalı insanına veriyorum. Unutulmaz, müthiş oyuncu Sadri Alışık'a gidiyor büyük ödül...Özlemle...



24 Mayıs 2011 Salı

Münzeviler Parkı, Lars Von Trier, Bazuka ve diğerleri...

Sonunda belimi sakatladım sanırım, fena halde kendimi yatağa mıhlamış durumdayım. Küçükken büyüklere has saydığım hastalıklarla haşır neşir olduğuma göre artık kesin olarak bir yetişkin sayılırım. Gerçi yetişkin olduğumu anlamamın bu kadar uzun sürmesi de biraz garip kaçtı ama neyse... Böyle boş boş yatarken yine acayip acayip şeyler gelmeye başladı aklıma :

1- Yunan kelimesinin kökeni ne bir kere? Dünyada Yunanistan'a bizden başka Yunanistan diyenin olmadığını Yunanlara da bizden başka Yunan diyen olmadığını aniden fark ettim. Üstelik biraz araştırınca da kelimenin nereden çıktığına dair kesin bir bilgi olmadığını gördüm. En akla yakın olanı annemin de savunduğu şekliyle Ionia- Ionian kelimesinden türetmiş olduğumuz olabilir. Yine de dünyada bizden başka kimsenin Yunan demiyor olmasını fark etmem ilginç bir aydınlanma anı yarattı.

2- Navigasyon aletinin bir faydası da sıkıldığınızda kurcalayarak vakit geçirebilmeniz. Mesela ben Ankara'daki bütün parkların isimlerini inceledim. Bu da yeni soruları getirdi tabii. Ankara'da Münzeviler Caddesi diye bir cadde ve "Münzeviler Parkı" adında bir park olduğunu öğrendim :) Aslında hoşuma gitti: Münzeviler Parkı... Biliyorsunuz münzevi, "Topluluktan kaçan, yalnız yaşamayı seven" demek. Bu durumda Münzeviler Parkı'nın sakinlerinin paltolarının yakaların iyice kaldırmış, güneş gözlüklerini takmış, insanlarla iletişim kurmayan, gözlerini kaçıran rüzgarsız havada bile fularları uçuşan gizemli kişiler olduğunu hayal edebilirim. Bir gün gitmeliyim Münzeviler Parkı'na mutlaka. Ayrıca "Anneannem Parkı" ve "Aşıklar Parkı" da var. Aşıklar Parkı'nda da Ankaralı polisler çiftleri ayırıyor mudur acaba? Bu arada bazı kimselerin isimlerini alan parkları da araştırdım, çoğu parkın isim babası-anası hakkında google'da tek kelime çıkmaması çok acayip değil mi?

3- Bizim mahalledeki Bizim Ziya Eczanesinin adı neden "Bizim Ziya"? Ayrıca bu ismi kim koydu acaba? Buradaki "Biz" biz mi oluyoruz? Ziya bizim mi?

4-Lars Von Trier, Cannes'da fena halde saçmalamış. Yine de ben izlediğim bütün filmlerini sevmiştim. Dogville'in tek bir sahnesi hakkında saatlerce konuştuğumuzu hatırlıyorum. Bir sahnesiyle insanı saatlerce düşündüren, tartıştıran bir adamın bu kadar saçmalaması, düşüncesizce konuşması ilginç? Yine de filmlerini seviyorum, yapabileceğim bir şey yok bu konuda.


5-Yıllardır Murat Uyurkulak'ın yeni kitabını bekliyordum. Sonunda çıkmış, koştum aldım. Önce ne yalan söyleyeyim nicelik açısından hayal kırıklığına uğradım biraz,.Tamam ben de biliyorum edebiyatın nicelikten bağımsız olduğunu bazen iki cümlenin dünyanın en derin şeylerini anlatabileceğini. Yine de insan o kadar bekledikten sonra biraz gözü de doysun istiyor işte... Her neyse kitapla ilgili şunu söyleyebilirim: Murat Uyurkulak, sanki saklambaç oynamış sayfalar arasında. 9 öykü var kitapta ve bazı öykülerde Tol ve Har kitaplarındaki Uyurkulak'ı bulmak imkansız, örneğin "Kuş Yuvası" öyküsünde. Bazı öykülerde ise başını uzatıp tekrar kayboluveriyor Uyurkulak. Birkaç öyküde ise "Hah buldum deyip tutabiliyorsunuz". Öyküler arasında edebi tat açısından uçurumlar var. Gerçi bu durum kitabın arka kapağında belirtildiğine göre bazı öykülerin çeşitli dergiler için başka yazarlarla ortaklaşa yazılmış olmasından kaynaklanabilir. Benim beğendiğim öyküler ise "Kırmızı" ve "Derviş".

Ek: Tutkular Kitaplığı öyküsünü söylemeyi unuttum. Aslında en çok onu sevdim ben.

28 Nisan 2011 Perşembe

Zaman akarken...Üçüncü yıl kutlaması...

Bu ay blogumun üçüncü yılını kutluyorum. Üç yıl önce, Nisan 2008'de başlamıştım yazmaya. Her ne kadar teknik bir nedenle ilk yazı Zenginliğe Tapınmak olarak görünse de aslında ilk kaydım, Çürüme isimli yazıydı. Blogun alan adı da buradan gelir: "çürük raporu"... Yazıyı, Pippa Bacca'nın vahşice öldürülmesi üzerine kaleme almıştım. İçimde biriken öfke, hayal kırıklığı, tiksinti öyle büyüktü ki beni üç yıl süren bu blog macerasına sürükledi. Aslında bu blog, bu topraklarda yaşarken akıl sağlığımı korumak için ihtiyaç duyduğum bir sığınak gibiydi.

Sanırım 150'ye yakın kayıt var bu blogda. Her bir kayıt artık yazmaktan başka çarenin kalmadığı anlara ait. Bu yazıların kimi kötülük karşısında bastırılamayan öfkeden kimi güzellik karşısında bastırılamayan coşkudan kaynaklanıyor. Nitekim bir öfke patlamasıyla başladığım blog macerası bir süre sonra şekil değiştirmeye başladı ve sanat, güzellik ve hayat karşısında duyduğum mutlu coşkuyu da paylaşmanın aracı haline geldi. Bu nedenle alan adı "curukraporu" olarak kalsa da blogun adını "zamanın akışı" olarak değiştirmem gerekti çünkü zaman akarken iki şeyi aynı anda izliyordum: çürüyenleri ve yeşerenleri... Ve her ikisi de yazılmalıydı.

Bu üç yıl içinde ülkede büyük değişimlere tanık oldum, genellikle kötü yönde değişimlere... Korkunun, suskunluğun nasıl yavaşça insanların içine çöreklendiğine tanık oldum. Bireylerin, cesaretlerini ve dirençlerini sorgulamak, sınamak zorunda kaldıkları zamanlar insanlık adına kötü zamanlardır.

Bu blog hiçbir zaman kişisel tarihimin dolaysız anlatımı olmadı ama sanırım yazıların içinde gizli bir kişisel tarih olması benim hoşuma gidiyor. Bu üç yıl içinde hayatıma gelen çok insan oldu ama gelenlerin mi gidenlerin mi daha fazla olduğunu kestiremiyorum. Ancak bazen gidişler gerçekten gidiş değildir ve bazı gelişler de gerçekten geliş değildir. Artık çevremde olmasalar da hep hayatımın bir parçası olarak kalacak insanlar geçti hayatımdan. Diğer yandan varlıklarıyla yoklukları arasındaki farkın pek az olduğu insanları da ağırladım bu üç yıl içinde. Sahip olduğum bazı dostlar, defalarca kanıtladılar dostluklarını ve ben de defalarca bağlılığımı sundum onlara. İnsanın varlıklarını düşündüğünde içinde sıcak bir dalga yayılmasına neden olan dostlara sahip olması güzel şey. İnsanın bir araya gelme hayalleri kurmasına değen dostlara sahip olması güzel şey.

Üç yılın sonunda kesin olarak söyleyebileceğim tek şey şu ki: yazmaya devam edeceğim. Düzenli ya da düzensiz, sık ya da seyrek, kısa ya da uzun...Yazmaya devam edeceğim. Kendimi insan olarak hissetmek için, yaşadığımı hissedebilmek için... Ve ben yazmaya devam ederken bıkmayıp okumaya devam edecek dostlarıma ve henüz tanışmadığım dostlarıma selam olsun. Nice yıllara...

4 Nisan 2011 Pazartesi

Muhalifin Behzat Ç. ile imtihanı...

Kafa karışıklıkları, vicdan azapları içeren bir yazı bu. Belki de işkence ve polis şiddetiyle yüzleşememiş bir memleketin biraz düşünen bireylerinin Behzat Ç. ile imtihanına ilişkin bir yazı...Yılmaz Güney'i severken vicdan azabı duymaya mahkum bir neslin Behzat Ç.'yi sevme sorunsalı üzerine bir yazı...


Şu an çok tehlikeli bölgelerde yüzmenin gerilimi içindeyim ancak aklıma geleni söylemeden duramadığım gibi yazmadan da duramamak gibi kötü özelliklerim var. Bugünkü konumuz Behzat Ç! Tehlikeli sularda yüzmekle birlikte bu duruma hiç de uygun olmayan biçimde çoklukla akıl karışıklıklarımı paylaşmak niyetindeyim.

Şimdi Behzat Ç.'yi severek izliyoruz. Öyle mi gerçekten? Erdal Beşikçioğlu'nun muhteşem karizması ve oyunculuğu keza diğer başrol oyuncularının Beşikçioğlu'nun karşısında gölgede kalmayacak kadar iyi oyunculuklar sergiledikleri tartışılmaz. Dizideki diyalogların hatta küfürlerin doğallığı da etkileyici. Peki her şey iyi hoş güzel de ben niye yazıyorum bu yazıyı? Yazmamın nedeni, Behzat Ç.'den keyif alırken kendimi bazı anlarda vicdan azabı içinde yakalıyor oluşum. Üstelik bu duygunun bana has olduğunu da sanmıyorum. Biraz daha açıklayıcı olmam gerekiyor değil mi? Peki devam ediyorum öyleyse...

90'lı yılların sonunda üniversiteye başladığımda Ankara biraz karışıktı. Bir önceki yıl DTCF işgali medyayı epeyce bir meşgul etmiş, öğrenci hareketi kıpırdanmaya başlamıştı. Ülke gündemi de hareketliydi bir süre önce patlayan Susurluk kazası, derin devlet tartışmaları ve Manisalı Gençler davası... Manisalı Gençler olayı, işkence olayları ile yüzleşmeyi reddeden, kulaklarını tıkayan koca bir toplumu bu gerçekle yüzleşmek zorunda bırakmıştı hem de travmatik biçimde... Polisin ve devletin silahlı güçlerinin hukuksuz zor kullanımına karşı olmak o dönem politik fikirlerini şekillendiren benim gibi gençler için öncelikli insanlık haliydi. "İnsanlık onuru işkenceyi yenecek" ti. Yenmeliydi...

Dün akşam Behzat Ç.'de, kız arkadaşına tecavüz eden adamı ve buna göz yuman arkadaşını cezalandırmak için küçük bir kızı kaçıran fail şöyle dedi Behzat Ç.'ye: "Omlet yapmak için birkaç yumurtayı kırmak gerekir"... Aslında bu cümle, 90'lı yıllarda doruğa çıkan bugün hala devam eden ülkenin asayiş sağlama(!) yönteminin de özü değil miydi? Kolluk güçleri kendi omletlerini yapmak için binlerce belki daha fazla yumurta kırmaya hazırdılar ve kırdılar da.

Peki Behzat Ç.?? Onun yaptığı da yumurta kırmak değil mi? Sorgu odasında attığı tokatlar hak edene gittiği için içimizi mi rahatlatıyor? Halkın tokadı mı Behzat'ın attığı tokatlar?? Peki hak edeni kim ayırt edecek? Manisalı gençler de muhtemelen başka bir polise göre hak ediyordu işkence görmeyi, herkes kendi kötü adamını kendi penceresinden görüyor ne de olsa ve omlet yapmak yüce bir amaçtır!! Öyle mi??


Kimi zaman sola çalan senaryosuyla, toplumsal olaylara değinen Behzat Ç.'nin adalete inancını yitiren geniş bir izleyici kitlesini tatmin ettiği bir gerçek. Bir çocuk tacizcisinin canını yakmayı istemek kabul etmeliyiz ki epeyce insani bir duygu, bunu Behzat yoluyla ve bir televizyon dizisinde dahi olsa gerçekleştirmekten dolayı iyi hissetmek de... Bununla birlikte, polis şiddetini atılan tokadın büyüklüğüne yahut amacına ve nedenine göre sınıflandırmanın ve bu şekilde meşrulaştırmanın ne kadar tehlikeli olduğunun farkındasınız değil mi? Başka bir kanalda yayınlanacak olan ve fragmanında kötü kötü sırıtan ve konuşmamakta direnen adamı sorgu odasının kamerasını kapatıp kanlar içinde bırakan polisin havalı biçimde sunulduğu "Karakol" dizisi sizi de endişelendirmiyor mu?

Açıkçası ben baro görevleri nedeniyle büyük çoğunluğu çocuk olan gasp, hırsızlık şüphelilerini savunmak durumunda olan bir avukat olarak savunacağım kişinin Behzat Ç. ve ekibi tarafından sorgulanmasını istemem ve bir gün kaza eseri sizin başınıza bir şey gelirse sizin de Behzat Ç. ve ekibi tarafından sorgulanmanızı istemem.

Yazıya başlarken de belirttim, kafa karışıklıkları, vicdan azapları içeren bir yazı bu. Belki de işkence ve polis şiddetiyle hatta herhangi bir şiddetle yüzleşememiş bir memleketin biraz düşünen bireylerinin Behzat Ç. ile imtihanına ilişkin bir yazı...Yılmaz Güney'i severken vicdan azabı duymaya mahkum bir neslin Behzat Ç.'yi sevme sorunsalı üzerine bir yazı...

31 Mart 2011 Perşembe

neşesini arayan blogger

Yahu bloglar açılmış!!!! Sanki en son benim haberim olmuş gibi...Aşk olsun insan bir haber verir :) Hastayım, yatış halindeyim ama nedense fena halde neşeli şeyler yazasım var bugün. İşin kötüsü şu ki; yazacak neşeli bir şey bulamıyorum. İşte şimdiden neşesini kaybetti yazı.. Ama hayır hemen vazgeçmek yok neşeli bir şeyler olmalı yazacak. Hımm düşünelim biraz... Hemen bulamayabilirim tabii normal. Biraz daha düşünelim... Azıcık daha...Geliyor mu ne neşeli bir şey?? Yok değilmiş yanlış alarm. Biraz daha odaklanmalıyım. Ommmm... Neyse ben düşünedurayım bu arada aşağıdaki videoya ve bulunduğu siteye bir göz atın beklerken sıkılmamak için: Future Shorts...Kısa film dünyası... Favori sitelerimden biri. Gerçi yakında youtube yine kapanır ve ben yine olmayan videolar üzerine konuşan şizofren blogger olmaya devam ederim ya neyse artık. Ben odaklanmaya devam edeyim kararlıyım, bulacağım neşeli bir şeyler ...


7 Mart 2011 Pazartesi

Belki...

Bazen arkadaşlara rastlıyorum neden eskisi kadar sık yazmadığımı soruyorlar. Geçiştiriyorum çoğunlukla. Ne anlatmalıyım ki onlara içimde biriken karanlığı paylaşmayı sevmediğimi mi anlatmalıyım? Çok fazla karanlık... Dışımda büyüyen karanlık nefes almayı kessem bile burun deliklerimden içime sızıyor. Karanlık gözlerime ulaştığında ise görebildiğim tek şey karanlık oluyor. Etrafta olan bitenler biz tamamen ayırdında olmasak da soluduğumuz havanın giderek ağırlaşmasına neden oluyor, çocukluğumdan hatırladığım bazı kasvetli gecelerin ağırlığı gibi. Gece yarısı boş bir sokağı perdeyi hafifçe aralayıp tedirgince izlemenin ağırlığı gibi... Dediğim gibi içimde biriken karanlığı paylaşmayı sevmiyorum sanki hiç nefes almasam, kendi içimde kasveti boğacakmışım gibi.

Son zamanlarda çoğunlukla arkeoloji üzerine okuyorum. Sanırım içinde bulunduğum gerilimden biraz olsun kurtarıyor beni. Gelecek için umudu insanlığın geçmişinde aramak... Bence yeterince anlamlı.

Dün Hititler'in kendilerini "Bin Tanrılı" olarak tanımladıklarını öğrendim mesela. İşgal ettikleri ülkelerin tanrılarına da inanırmış Hititler, onların öfkelerini üzerlerine çekmektense onları da tanrılarından sayıveriyorlarmış. Böylece zamanla öyle kalabalıklaşmış ki tanrı kataloğu, kendileri bile işin içinden çıkamaz hale gelmişler. Yine de kendi tanrılarını başkalarına kabul ettirmek için insanları kesip biçmekten daha iyi bir yolmuş gibi geldi bana. Sizce de öyle değil mi??

Bu arada Ankara da bir zamanlar Hitit İmparatorluğu sınırları içinde olduğuna göre belki tam da şu an bulunduğum yerde 4000 yıl önce Hititli bir hemşehrimin aynı benim gibi endişeli gözlerle gökyüzünü izlediğini hayal ederek uyuyabilirim bu gece. Belki o da aynı kasveti paylaşmıştır benimle, mutlak başka başka nedenlerdendir kader arkadaşlığımız ama olsun yine de aynıdır çekilen iç sıkıntısı. Garip ama şimdiden daha iyi hissettim kendimi...

22 Şubat 2011 Salı

Julian...

Henüz okumayanlar için müthiş bir tavsiyem var. Gore Vidal'in kaleminden "Hükümdar"... Roma'nın son pagan imparatoru, Kapadokya'da büyüyen hemşehrimiz, filozof yönetici, M.S. 362'de bir ferman yayınlayarak hristiyanların artan baskısına ve diğer dinleri silme çabalarına karşı "din özgürlüğü fermanı" yayınlayan ve bütün dinlerin kanun önünde eşit olduğunu ilan eden, despot olmamak için direndikçe insanların ihanetiyle karşılaşan, girdiği bütün savaşları kazanan ve yine savaş alanında muhtemelen bir hainin kargısıyla 32 yaşında hayatını kaybeden Flavius Claudius Julianus ... Başarsaydı belki her şey daha farklı olurdu. Ayak bastığımız toprakların tarihinin, tarihimiz olduğunu düşünenlere...






18 Ocak 2011 Salı

Çağrışım...


Brecht'in sevdiğim şiirlerinden biri... Nedense aklıma geldi ansızın...


TEBEŞİR HAÇI

Ben bir hizmetçi kızım.
S.A.dan bir adamla bir maceram oldu.
Bir gün o, gitmeden önce,
gülerek gösterdi bana
hallerinden yakınanları nasıl yakaladıklarını.
Bir tebeşir parçası çıkardı ceketinin cebinden
ve bir küçük haç çizdi avucunun içine,
ve anlattı, sivilleri giyinip
iş ve işçi kurumlarına nasıl gittiğini
avucunun içindeki bu işaretle,
işsizlerin kuyrukta ana avrat
küfrettikleri o yerlere,
ve nasıl küfrettiğini kendisinin de onlarla birlikte,
dostluk ve dayanışma gösterisi olarak da
sırtına nasıl vurduğunu küfreden herkesin,
ve böylece, sırtında beyaz haç bulunan
damgalı adamların S.A.larca nasıl yakalandığını.

Bu anlattıklarına katıldıydık gülmekten.
Onunla üç ay bir arada yaşadım.
Sonra bir gün bir de ne göreyim:
Banka cüzdanımı apartmamış mı.
Yok benim için saklayacakmış da,
yok kimin ne olacağı belli değilmiş de,
falan filan.
Ben onu suçlayınca da,
bin dereden su getirerek yeminler etti,
beni yatıştırmak için de
sırtımı okşadı şöyle.
Yılandan kaçar gibi kaçtım ondan.
Eve gelince ilk iş aynaya baktım,
sırtımda beyaz haç var mı diye.

Bertolt BRECHT

Çeviri : A. KADİR - Gülen AKTAŞ

8 Ocak 2011 Cumartesi

Olcay'ın saçmalıkla imtihanı

Öncelikle ölmedim, hayattayım hala. Canım yazmak istemedi sadece... İnsanı canı yazmak istemezken bile yazmak zorunda bırakan şeyler vardır. Mesela çok güzel bir kitap okursunuz, yazmanız lazım, başınıza inanılmayacak kadar acayip bir olay gelmiştir yazmanız lazım... İnsanı yazmak zorunda bırakan her şey böyle müthiş değil tabii ki. Benim şu anda yazmama neden olan şey gibi acıklı durumlar da var.

Evet yazıyorum şu an çünkü saat sabahın üçü ve ben televizyonda Meleğin Sırları isimli, uzun zamandır izlemediğim kötülükteki filmi izlerken içimde birikenleri anlatmam lazımdı... Dayanamadım yazdım. Buradan kültür sanatı desteklemek için parasını saçan, sponsor olan birileri varsa onlara sesleniyorum lütfen "Kötü filmleri henüz çekilmemişken engelleyecek gizli bir örgüt" varsa desteğinizi esirgemeyin, öyle bir örgüt yoksa da bir an önce kurulmalı bence. Hatta her sene "Bu sene dünyaya gelmesini engellediğimiz en kötü filmler" yarışması bile yapılabilir ben desteklerim böyle bir fikri. Sonuçta istenmeyen gebeliklere nasıl çözüm üretiliyorsa insanlığın başka felaketlere de çözüm bulabileceğine inancım sonsuz. Buradan insanlık adına sesleniyorum: "Yapmayın canım kardeşim, yapmayın, etmeyin. Saçma sapan, mantık ağı Peter Parker'ın sentetik örümcek ağından bile uyduruk şeyleri çekmeyin" Reklam arası bitti işkenceye devam, sırf ne kadar saçmalaşabilecek diye dayanacağım sonuna kadar...

Bir şey diyeyim mi? İnsan böyle zamanlarda blogunun değerini anlıyor. Ohh be rahatladım :)