28 Haziran 2012 Perşembe

Akşam yazması...

Kısa kısa yazacağım bugün. Uzun süredir yazmamıştım. Sanırım artık kendimi rahat hissetmiyorum burada. Belki beni kimsenin tanımadığı bir bloga taşınmalıyım ve uçsuz bucaksız bir boşlukta yeniden yazmalıyım. Bilemiyorum karar veremedim henüz. Duygusal olarak bağlandığım, hayatımın çok önemli zamanlarını paylaştığım bu bloga veda etmek zor geliyor doğrusu. Her neyse şimdilik düşünmeyelim bunları, yazalım sadece...

İstanbul'a geleli neredeyse 10 ay oldu ve ben geçen gün çok garip bir şey fark ettim. Tam on aydır bir deniz şehrinde yaşıyorum ve henüz parmaklarımı bile dokundurmuş değilim denize. Birbirine kavuşması yasaklanmış iki aşık gibiyiz denizle. Çok garip... Deniz, İstanbul'da her yerde, öylesine yakın ve öylesine uzak. Birbirimize bakıyoruz, birbirimizi seviyoruz ama bu kadar yakınken imkansızca uzağız birbirimize. Ege'de ya da Akdeniz'de   böyle hissetmemiştim. Yüzyıllar önce hatta on yıllar önce bu kentte yaşayan insanlar, denizle aralarına bu kadar büyük duvarlar örmemişlerdir bence. İstanbul'da deniz karantina altında sanki ya da insanlar karantina altında bilemiyorum.

                                                      **********

Asimov'un Vakıf serisini okumaya başlıyorum. Geçen ayı Sabahattin Ali okuyarak geçirdim ve biraz Yusuf Atılgan ve biraz Sema Kaygusuz. Sabahattin Ali okurken yine parasızlığın bu büyük yazarı nasıl sınırladığını hissettim. İlk kez Kürk Mantolu Madonna'yı okurken hissetmiştim bunu. Kitabın iki yarısı arasında ciddi bir fark vardı kitap ve Sabahattin Ali hakkında okuduğum yazılar, bu hissin temelsiz olmadığını göstermişti. Tefrika olarak basılan eser karşılığında para alamamak gibi sorunlar ve gazete yönetimiyle yaşadığı  gerilimler, Sabahattin Ali'nin kitabı biraz çabuk sonuca bağlamasına neden olmuştu. Nitekim Kuyucaklı Yusuf da benzer bir kaderi paylaşmış. 

Sabahattin Ali, belki de kaldırabileceğinden çok daha fazla politik yükü sırtlanmak zorunda kalmış bir yazar. Gencecikken daha 41 yaşında öldürülen Sabahattin Ali bence sadece Duvar ve Kamyon öykülerini yazmış olsaydı dahi bu onu büyük bir yazar yapmak için yeter de artardı. Elbette bu benim fikrim.  Hayata bu kadar bağlı, yaşamak, sadece insan gibi yaşamak, gökyüzünü içine çekerek denizi koklayarak yaşamak arzusunda olan ve yazdığı her satıra bu arzuyu işleyen bu harika yazarın katledilmesinin üzerinden 64 yıl geçti ve insanlık hala kör kuyulara atıyor sadece "insanca" yaşamak arzusunda olanları...

                                                   **********


Bugün yetişkin olmanın en zor yanının tiksindiğiniz insanlarla medeni ilişkiler kurmak zorunda olmanız olduğunu düşündüm. Bu arada gerçekten tiksinilecek türden insanlar var bu dünyada. Ben belki şanslıydım bugüne kadar epeyce seçilmiş bir çevrede yaşama şansı edindim. Çoğunlukla kendi seçtiğim insanlarla...O yüzden bazen şaşkınlık hali bu garip insansılara nasıl davranmam gerektiği konusunda duraksamama neden oluyor. Bazı anlarda o kadar bunalıyorum o kadar midem bulanıyor ki Hemera gelip mavi balonuyla beni gökyüzüne alsın istiyorum. Clementine'le sıkışırdık balona zaten ufak tefek bir kız Clementine sorun olmazdı bence.


                                                    **********

Birileri yine savaş istiyor. Sanırım insanlık tükenene kadar birileri hep savaş isteyecek. Doymayacaklar... Hiç doymayacaklar... Ama biliyorum ki birileri savaş isterken onların karşısına dikilip "Hayır Savaş istemiyoruz" diyen birileri de her zaman olacak. Az ya da çok her zaman olacaklar...Ve unutmamak gerekir ki dünyanın bütün karanlığı, tek bir mum ışığıyla bile baş edemeyecek kadar acizdir aslında.

Akşam yazması bu kadar... Yine yazarım.. Belki...