7 Eylül 2011 Çarşamba

İstanbul...

İstanbul'daki hayatımın dördüncü günü... Yeni işyerimin penceresinden Galata Köprüsü'nü ve denizi görüyorum, pencereden bağırsam köprüdeki biri sesimi duyabilir. Öylesine yakınım denize... Ben bile bu kadarını hayal edemezdim sanırım. Pencereden manzarayı izlerken, boğazı geçerken, haliçi izlerken korkuyla karışık bir keyif alıyorum. Alışmak korkusu bu... Bir gün sahip olduğunu sanmak ve gözünün önündekinin değerini yitirmek korkusu... Korkuyorum çünkü biliyorum ki insanlar sahip olduklarını sandıklarında ellerindeki güzelliği kaybetmek yolunda ilk adımı atarlar. Sahip olmaya direnmek gerek o yüzden.

Gözlerim gördüklerime alışmasın istiyorum, koca binaların içine sıkışmış ufacık apartmanı gördüğümde(ufacıktan kastım iki kişinin yan yana ayakta duramayacağı kadar ufacık, daracık), Balat'ta cadde üzerinde bir binanın duvar dibinde, hiç beklenmedik bir yerde duvara iliştirilmiş üzerinde "1960- su içilebilir" tabelası asılı musluğu gördüğümde ya da şehrin en işlek yerlerinden birinde çift yönlü trafiğin ortasında, orta refujde tek başına öylece duran belki yüzlerce yıllık terk edilmiş yıkıntıyı gördüğümde şu an hissettiğim heyecan hep sürsün istiyorum. Bazı anlar kendi kendime "Keşke gözlerimi paylaşabilseydim ve uzaktaki sevdiklerim de şu an benim gördüklerimi görebilseydi" diyorum.

İstanbul'la ilgili bir sürü şey var. Bir sürü istek... Ama sanırım en çok da ben ona sahip olmamakta direnirken İstanbul da ona ait olmadığımı bilsin ve bana hoyrat davranmasın istiyorum...

Hiç yorum yok: