19 Aralık 2009 Cumartesi
Ahir ömürde Avatar izlemek...
13 Aralık 2009 Pazar
Panait Istrati
2 Aralık 2009 Çarşamba
Küçük Prensi Buldum
İşte o sırada bir tilki çıkıverdi ortaya.
“Günaydın” dedi tilki.
“Günaydın” dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi.
“Buradayım! Elma ağacının altında.”
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”
“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öylemutsuzum ki” dedi küçük prens.
“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,”
dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi
tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
“Bağ kurmak mı?”
“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni.
Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.
Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.
“Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi.
“Elbette” dedi küçük prens. “Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.”
“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”
“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”
Ertesi gün küçük prens yine geldi.
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.
Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.
“Gelenek nedir?”
“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.
Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.
“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim.
“Doğru, haklısın” dedi tilki.
“Ama ağlayacağını söyledin!”
“Evet, öyle.”
“O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.”
“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde, sana hediye olarak bir sır vereceğim.”
Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.
“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara. “Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”
Güller bu duyduklarına çok bozuldular.
“Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”
Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.
“Elveda” dedi.
“Elveda” dedi tilki de. “Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”
“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi küçük prens.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.
Bu bölümü bitirdiğimizde, ablam odaya girdi ve o zaman sekiz yaşında olan yeğenime Berdan'a iyi geceler demek için sarıldı, öptü. Berdan, şöyle dedi annesine: "Anneciğim sen beni evcilleştirdin sanırım, öyle değil mi?" Öyleydi gerçekten. OP
23 Kasım 2009 Pazartesi
Popüler Kültür Şeyleri...
2- Bülent Ersoy'un sesi bence çok rahatsız edici, huzur falan bırakmıyor bende.
3- İbrahim Tatlıses'in gırtlak nağmelerini dinlemeye katlanamıyorum. Bana kalırsa hiç de bulunmaz ses değil onunki, hatta benim için son derece rahatsız edici bir sese sahip kendisi.
4- Zeki Müren dinlemekten hoşlanmıyorum, özellikle son dönem şarkı söyleyişini hiç sevmiyordum.
5- Hürriyet'in internet sitesini düzenleyenler herkesin aklının sadece bel altına çalıştığını düşünüyor olmalı.
6-Forumlardan ordan burdan yazı araklayıp kendi yazısı gibi ortalara sunanların cesaretini şaşkınlıkla karşılıyorum.
7- Helin Avşar, Rasim Ozan Kütahyalı fotoğraflarından sonra Ayşe Arman bile havalı gelmeye başladı bana.
8- Son dönem en kötü kadın oyuncular ilk üç sıralamam şöyle:
açık ara farkla 1. Melis Birkan(Issız Adam'ın Ada'sı, Bu Kalp Seni Unutur Mu'nun lise müsameresinden fırlamış oyuncusu) 2- Beren Saat- (Yüzüne, eline koluna hakim olmak konusunda harcadığı çaba bende acı çektiği izlenimi uyandırıyor) 3- Berrak Tüzünataç (Kıskanmak Filminde yaba gibi ellerini yanlardan sallandırarak 'Abla niçiin niçiiin' diye sızlandığı bölümle zihnimde onarılmaz yaralar açtı kendisi. Yine de Melis Birkan gibi bir oyuncunun yanında olması büyük şans bence)
9- Demet Şener'in asaleti gözlerimi yaşartıyor, kendi avamlığımdan utanıyorum.
10- Özgü Namal olmamış o çiftliğe.
11- Seda Sayan'dan ürküyorum gerçekten, reklamlardan fırlayıp saçımı başımı yolacakmış gibi geliyor.
25 Ekim 2009 Pazar
Koşmak isteyen çocuk
21 Ekim 2009 Çarşamba
ALDATMAK
Yukarıda yazdıklarıma tezat olacak olsa da şimdi ben de bu mesele üzerine bir iki satır yazacağım, özellikle şu meşhur "sadakat" konusu üzerine. Bu aralar herkes söz birliği etmişcesine artık karşılıklı sonsuz güvene dayalı bir ilişkinin kurulamayacağını söylüyor bana. Kimileri bunu doğrudan ifade ediyor, kimileri ise dolayı yoldan, bazıları da bu konuda inançlarını yitirdiğini anlatıyor bana. Denildiğine göre kaçınılmaz bir durummuş bu ve şaşırmamak gerekirmiş başınıza geldiğinde, insan doğasıymış vs. vs. Ama ben anlayamıyorum bunu. Eğer gerçekten böyleyse, dünyadaki bütün insanlar koca bir yalanı yaşıyorlar demektir. Hatta eğer böyleyse hem sadakatsizler hem de sadakatsiz olamayanlar hep birlikte koca bir yalanı yaşıyorlar demektir. Halen birlikte olan insanlar ise yalnız kalmamak uğruna bir yalanı birlikte sürdürüyor demektir.
Bütün karmaşıklaştırma çabamıza rağmen basit olan bir şey var bana kalırsa. Sevgi, bir insana değer vermektir ve insan değer verdiğini bir yalanla yaşamaya mahkum etmez. İnsan türünün tek eşliliği tartışma konusu olabilirse de aşk zaten doğal bir süreç değildir. Belki de sevgi, doğanıza karşı çıkmak, doğanıza direnecek kadar bir insana değer vermektir. Elbette sevginin göstergesi, sadakat ilkesi üzerine kurulu bir ilişkide sadık olmakken sonsuz özgürlük üzerine karşılıklı mutabakata varılmış bir ilişkide(ben henüz rastlamadım böyle bir örneğe gerçi) ise özgür bırakmak olabilir. Yani aslında bu, cinsellikle değil kişisel ahlakla ilgili bir konu daha çok.
Oysa ben dostluklarına ne denli sadık olduklarıyla övünen insanların sevgililerini aldatmayı nasıl doğal ve kaçınılmaz bir şey saydıklarını şaşırarak izliyorum. Ne garip.... İnsanlar birbirleriyle dost olamayacaklarsa hayatı nasıl paylaşıyorlar peki? Daha da önemli olan soru şu ki :"Neden paylaşıyorlar?"
Eğer gözünüzü kapatıp kendinizi geriye bıraktığınızda yol arkadaşınızın sizi tutacağına, düşmenize izin vermeyeceğine güveniniz sonsuz değilse, yalnız kalmayı tercih etmekte bir gariplik yok bana kalırsa. En azından böylece kafanızı gözünüzü dağıtma ihtimaliniz daha düşük olur.
Türk filmlerinin gerçek dışı aşk ilişkilerinden, tam tersi bir uca doğru sürüklenen duygusal dünyamızın değişimi, klişeliği ve sıkıcılığı gerçekliğini gölgelemeyen bir konuyla da ilgili aslında: Tüketim Toplumuyla... Öyle ya delicesine her şeye sahip olup patlayıncaya kadar tıkınmak üzerine kurulu, insan ihtiyaç ve taleplerinin sonsuzluğunu ayet gibi insanlara kabullendirmiş bir sistemde "sevgi" ne derece koruyabilir ki kendini? Yine de bu kimseyi haklı çıkarmıyor. En nihayetinde dayatmalalara dayanamayan, hayatına aldığı insanlarla vitrinde satılan cep telefonları, ya da açık büfedeki yemekler arasındaki ayrımı algılamayanların mutsuzluk ve doyumsuzlukları nedeniyle sızlanmaya da hakları olmamalı.
Fark ediyorum ki yazının başında sahip olduğum yadsıyan, isyankar ruh hali, bu satırlara ulaştığımda yerini bıkkınlığa ve umutsuzluğa terk etmeye başlıyor. Sonuçta belki de söylenenler doğrudur. Artık büyük çoğunluk açık büfeye öyle alışmıştır ki başka türlü yapamıyordur; gördükleri her şeyi tabaklarına doldurmadan tatmin olamıyorlardır.OFP
6 Ekim 2009 Salı
Gemi...
23 Eylül 2009 Çarşamba
Tatil kandırmacası...
Tabii burada kastettiğim şu sonuncusu gibi ne olduğu anlaşılmayan birkaç günlük tatiller değil. Şöyle en az on günlük bir tatilden söz ediyorum. Zira tatilin alıştığınız yaşam biçimiyle bağlarınızı koparacak kadar uzun sürmesi gerekir yukarıda bahsettiğim etkiyi yapabilmesi için. Yıl boyunca geçirdiğiniz yaşamın kaçınılmazlığını ve idealliğini şüpheli hale getirecek kadar bir uzunluktan bahsediyorum. Hem şu geçtiğimiz bayram tatilinin pek kimse için tatil etkisi yapmadığı da ortada ne de olsa memlekette dokuz gün olmayan bayram tatiline tatil demeyecek kadar alıştı bünyemiz dokuz günlük tatillere. Söylenilene göre kurban bayramı da cücük tatil olarak kalacakmış bu sene. Pazar gününe geliyormuş son günü, geçen gün bir arkadaş öyle söyledi. Aslında biraz daha zorlayıp bir günü pazartesi gününe sarksaydı yeterdi, biz onu tamamlardık cuma gününe ama yapacak bir şey yok anlaşılan bu kez.
31 Ağustos 2009 Pazartesi
İnsan Telefon Defterini Temize Çekerken Bazı İsimleri Eski Defterinde Bırakır
Onlar artık bir daha asla aranmayacaktır. Garip bir hüznü barındıran bu silik isimlere bakılır bakılır. Kimi okuldan sınıf arkadasınızdır, kimi hangisiyle en hararetli tartışmalara girip kavga etmişsinizdir, hangisi için sabahlara kadar içip içip ağlamışsınızdır? ! ...
|
2 Ağustos 2009 Pazar
KORUMA
27 Temmuz 2009 Pazartesi
Bu Dünyadan Chaplin Geçti
26 Temmuz 2009 Pazar
Kara...
15 Temmuz 2009 Çarşamba
Ödünç
Hava, neredeyse anılarımdaki günlerin havasıyla aynı, aynı olmayansa benim...Ve bir de çevremizdeki insanlar. Şimdi fakültenin kantinine dönsek, geçmişten bir gün ödünç alsak... Aydın, Armağan, Münevver, Işıl, Erhan, Şerife, Çağrı, Ulaş ve şimdi yazamadıklarım, son bir kez çayımızı yudumlayıp birbirimizin yüzüne baksak sıkılmak, o an yapılabilecek tek şeymiş gibi...
16 Haziran 2009 Salı
İnsanlık Büyük Tehlike Altında!!
Her şey birkaç hafta önce başladı. Bu musibet önce avukat arkadaşlarımdan Selen'in kapısını çaldı. Ben çok önemsemedim doğrusu. Sonra başka bir avukat arkadaşım Arzu'nun gmail notunu gördüm. O da aynı musibetin peşinde olduğunu söylüyordu. Tesadüf olduğunu düşündüm. Ama sonra işte ben de ayaklanmanın kurbanları arasındayım. Belki bu yazıyı okuduğunuzda siz de elinizle yanağınızı tutuyor, ufluyor olacaksınız. Sakın tesadüf olduğunu düşünmeyin.
Evet dostlar, 20 yaş dişlerinin organize bir biçimde harekete geçtiğine dair ciddi şüphelerim var. Karşımızda insan türünü hayatından bezdirerek ortadan kaldırmayı amaçlayan saf kötülüğe dayalı bir hareket var. Ağrı içinde kıvranarak uykusuz geçirdiğim gecelerde düşünecek çok vaktim oldu ve parçaları birleştirince bu sonuca ulaştım. Yıllardır ağzımda sessiz sedasız duran şey, sanki gizli bir merkezden emir almışçasına galeyana geldi, beni kıvrandırıyor. Etrafımdaki bu kadar insanın aynı zamanda acılar içinde kıvranmasının bir tesadüf olduğuna kimse inandıramaz beni. Şimdilik ne yapacağımı bilmiyorum, antibiyotik ve ağrı kesicilerle anlaşma sağlama yoluna başvurdum. Ancak kesin üstünlük sahibi olduğunun farkında olan muhatabım bana mısın demiyor.
Bu arada aklımdan Yiğit Bulut'u bulup kafasını ağzımın içine sokmak geçiyor. Hani evrim saçmalıktır falan diyordu ya gelsin onu acılar içindeki bana anlatsın. Gerçi kendisi yürüyen Ego Balonu olduğundan yakalamam zor olabilir. Denildiğinde göre egosunun şişikliği sayesinde suda batmıyor, yerde de ayda yürür gibi havalanarak yürüyormuş. Ben diyenlerin yalancısıyım.
9 Haziran 2009 Salı
Bir Çocuk Nasıl Mahvedilir?
Diğer yandan bu işin diğer ucu da çocuklarını dünyanın merkezi gibi yetiştirerek onlara zarar veren ebeveynler. O çocuklara belki daha çok üzülüyorum çünkü dünyanın merkezi olmadıklarını ve hayatın kendilerine iltimas geçmeyeceğini acı bir biçimde öğrenecekler ve muhtemelen ailelerinin suçu yüzünden hayatla başetmekte çok zorlanacaklar.
Babası demiş ki bir de "Kim evladını bırakır? Benim ciğerim, bir parçam. Evladımın arkasındayım." Nedense daha çok endişelendim küçük kız için. Bırakmayacaklarını, rahat bırakmayacaklarını görünce daha çok endişelendim.
30 Mayıs 2009 Cumartesi
Düşünmeye Değer Düşünceler
İnsan ne bir çöp parçası ne de rüzgârda savrulan bir yapraktır, ama iradesini aşan güçler karşısında o da savrulabilir.
Savrulmamak, sürüklenmemek değildir insanı çöp parçası olmaktan ayıran. Savrulurken, sürüklenirken bile direnmektir. Sonunda zafer umulmasa bile savaşmaktır.
Eğilmiş sayılmaz kendi iradesiyle eğilmedikçe bir baş, yenilmiş sayılmaz yenildim demedikçe bir insan.
Evren tüm gücüyle yüklendiğinde, önüne katıp sürüklediğinde bile kolundaki bacağındaki güç yettiğince akıntının tersine yüzmek, doğru bildiğini yapmaktır insanı insan yapan." yazının tamamını http://akintinintersine.blogspot.com/ adresinden okuyabilirsiniz.
24 Mayıs 2009 Pazar
Rampaların Ustasıyım Mahallenin Baskısıyım
Kendimi pek kötü hissettim. Dolmuşta oturan mahalle baskısı olarak, bir kadınla bir erkeğin sohbetini sabote etmişim gibi... İkisi arasındaki sessizlik öyle büyüdü ki beni oracıkta ezip küçücük yaptı. Keşke daha yakın bir yerde otursaydım da hemen dolmuştan inip rahat bıraksaydım insanları diye düşündüm. Sonuçta iş işten geçti, kadın benden önce indi, kuru kuru "İyi akşamlar" dediler birbirlerine. İnene kadar dolmuşçuyla göz göze gelmemek için elimden geleni yaptım. Mahalle baskısının vücut bulmuş hali olarak dolmuştan indiğimde, kendi kendime "Allahtan, kimse bilmeyecek" dedim. Ama artık siz de biliyorsunuz işte, tamam utanıyorum ama cidden kötü değildi niyetim;)
Hem zaten koca koca insanlar, utanmıyorlar mı orada burada sohbet etmeye kardeşim. Ayıp diye bir şey var. Suç hırsızda mı hırsızı yakalayanda mı kardeşim. Ar namus kalmadı bu memlekette :)))
19 Mayıs 2009 Salı
Atlar...
Hipodrom ve at yarışı izlemeye gelen insanlar, hiç de düşündüğüm gibi değillerdi. Bir kere hipodrom son derece güzel bir yer, yemyeşil... İnsanlar; ailece, çoluk çocuk gelmişlerdi, bir yandan piknik yapıp bir yandan atları izliyorlardı. Sanırım Türk filmlerinde erkek karakterin dağıtmasını ifade etmek için kullanılan "at yarışı müptelalığı" betimlemesi nedeniyle, ben gözleri kumar hırsıyla kanlanmış, acayip insanlarla karşılacağım fikriyle gitmiştim ama hiç de öyle olmadı.
Sonra atları izlemek çok güzeldi. Gerçekten göz kamaştırıcı hayvanlar. Tabii eve gelince dayanamadım açtım eski usulle ansiklopediyi, oldukça ilginç şeyler öğrendim. Mesela atlar; koyun, keçi, domuz, köpek gibi hayvanlardan 3000 yıl sonra evcilleştirilmişler. Ondan önce insanlar atları avlayıp yiyorlarmış. Evcilleştirildikten sonra oldukça zeki olduğu anlaşılan atlar, şaşırtıcı özelliklere sahipler. Öncelikle ayakta uyuyabiliyorlar, bunu uyurken kaslarını kilitleyerek başarıyorlar. Üstelik çok zeki hayvanlar... Yazılanlara göre taşıma için kullanılan atlar, birbiri ardına eklenen vagonların zincir seslerine dikkat ederek vagon sayısı artınca hareket etmeyi reddediyorlarmış.
Atların dünya tarihinin seyrine etkisinin de büyük olduğunu söylenebilir. Şöyle ki; Amerika kıtasında at nesli, Avrupalıların gelmesinden çok zaman önce tükenmişti. Atların Amerika'da tekrar varlık göstermeleri, Avrupalıların kıtaya ayak basmaları ve yanlarında at getirmeleriyle birlikte başladı. İşte bazı kaynaklara göre Aztekler, İspanyol işgalcilerle karşılaştıklarında, İspanyol ordusuna komuta eden Hernando Cortes, at üstündedir. O güne kadar at görmeyen ve tam da Cortes'e benzeyen Quetzalcoatl adında bir tanrı tarafından yok edilecekleri kehanetine inanan Aztekler, Cortes'in kahinlerin haber verdiği bu yarı tanrı olduğunu düşünürler. Elbette Azteklerin bu inancı Cortes'e Aztek kentinin kapılarını açar ve işini en azından bir süreliğine kolaylaştırır.
Bu hikayeyi düşününce insan, "Kehanet mi olacaklardan kaynaklanıyor yoksa olacakların nedeni kehanetler mi?" diye düşünmeden edemiyor. Sonuçta ne de olsa Azteklerin inandığı kehanet gerçekleşmiş oldu ve Aztek uygarlığı, Cortes'in öncülüğünü yaptığı Avrupalılar tarafından yok edildi. Aztekler, böyle bir kehanete inanmasalardı, kehanetin bu şekilde gerçekleşmesi engelenmiş olabilirdi.
Herneyse atlardan girdim, Azteklerden çıktım. Ve son satırları okuyup ekonomi-politik ve tarihin oluşumu üzerine bana muhalefet edecek arkadaşlara baştan söyleyeyim elbette teknolojik üstünlüğü olan İspanyollar karşısında Azteklerin kaderi muhtemelen aynı olurdu. Ancak, tarih üzerine biraz fantezi üretip, hayal gücümüzü çalıştırmanın pek zararı yok bana kalırsa.
14 Mayıs 2009 Perşembe
Poe ve Vian'ın Gizemi
Poe'dan başlayayım. Çoğunlukla gizemli ve karanlık korku öyküleri yazan Poe'nun kendi hayatı da oldukça karanlık. Şimdi yaşadığı çağın en büyük yazarlarından sayılan Poe, hayattayken pek de saygı görmez, aşağılanmalara maruz kalır. Ünlü "Annabel Lee" şiirinin ilham kaynağı olduğu iddia edilen kuzeni Virginia ile evlendiğinde Virginia 13, Poe ise 27 yaşındadır. Kimilerine göre Poe'nun öykülerinde üvey babasının tacizine uğradığına dair izler vardır. İçki, uyuşturucu ve kumar Poe'nun hayatından eksik olmaz. Poe'nun öykülerinde dönemin genel eğiliminin tersine katiller, hırsızlar suçlular baş roldedir ve Poe, bir katilin iç dünyasını öyle vurucu betimler ki okurken kendisinin başından da benzeri bir olay geçtiğinden şüphe duymamak zordur. Örneğin ben iki öyküsünde de rastladığım öldürülen kişiyi duvara- zemine gömme eylemini, ve katilin iç dünyasına ilişkin müthiş anlatımları okurken Poe'ya dair karanlık hayaller kurmaktan kendimi alamadığımı itiraf edeyim. Poe, sadece 40 yaşındayken ve ikinci evliliğinden üç gün önce sokakta, bir barın önünde baygın bulunur. Birkaç gün sonra da ölür. İddiaya göre ölmeden önce son sözleri "Tanrım, lütfen zavallı ruhuma yardım et” olmuştur. Dostoyevski'ye göre "Poe'nun sadece kendine has olan ve onu bütün diğer yazarlardan ayırt eden özelliği, hayal gücünün olağanüstü genişliğidir." Baudelaire ise Poe için "Çağımızın en güçlü yazarıdır" der. Ancak Poe'nun cenazesine sadece dört kişi katılır. Bugün Poe'nun mezarında bir kuzgun kabartması var ve mezar taşında da "Dedi Kuzgun, hiçbir zaman" sözleri yazılı.
Boris Vian ise Poe'nun tersine kısa ömrü boyunca ün ve saygınlığa bolca mazhar olmuş. Ben Vian'ın hayatında garip mistik bir şeyler varmış gibi hayal etmeyi seviyorum. Vian 1920'de doğar. Maden mühendisliği diploması alan Vian, en fazla tanınan üç romanını da henüz 26 yaşındayken 1946'da yazar. Vian, sadece edebiyat alanında değil sanatın pekçok alanında çılgınca üretir ve neredeyse yaptığı her şeyde çok başarılı olur. Vian, müzik grubu kurar, jazz üzerine yazılar yazar, 400 civarı şarkı sözü üretir, müzikal komedi hatta opera bile yazar, albümler çıkarır, turnelere gider, senaryo, oyun yazar. Vian bir dönem de bilimkurguya merak salar, eski arabaları onarma işiyle ilgilenir. 1946'da birden şiddetli bir resim arzusu duyar ve birkaç gün içinde çok sayıda yağlıboya resim yapar; hatta resimleri, ressam yazarlar sergisinde bile yer alır. Vian, elini neye attıysa ses getirir ama bu panik içinde üreten ilginç adam, sadece 39 yaşındayken romanının film galasında kalp krizinden ölür.
Boris Vian'ın bu biraz panik içinde her şeyi yapma arzusu ve aniden alevlenen delicesine insanüstü üretimi, bana hep acayip gelmiştir. Birilerinin Vian'a vaktinin kısa olduğunu fısıldadığını düşünmek hoşuma gidiyor. Ya da ne bileyim belki ruhunu şeytana satmış ve ömründen yirmi yıl vermeyi kabul edip yetenek istemiştir şeytandan. Kim bilir belki de öyledir?
12 Mayıs 2009 Salı
Seri Üretim
Elbette sadece çantayla bitmiyor iş. Mesele çantada değil nitekim. Mesele acayip bir kadın tipinin yayılması. Bu tipler, kıyafet, aksesuar, gözlük, saç modeli ve yürüyüş hatta konuşma tarzı ile bir bütün. Her köşe başından çıkıveriyorlar: Örneğin benim çalıştığım yer olan Adliye'nin koridorları, yürüyen Turkish Hilton'lardan geçilmiyor. Kızılay'a gidiyorum orada da sağım solum Turkish Hilton. Ankara'da mıyım yoksa "Sex And The City" setinde miyim ayırt edememeye başladım, daral geldi artık.
Anlayamadığım şeylerden biri de nasıl o şekilde yürüyebildikleri. Yani fizik kurallarını zorlayan bir durum var ortada. Hatta ben bugün evde denedim yapamadım gerçekten. Bir yandan bacakları o kadar açarak adım atıp bir yandan yerçekimsiz ortam içindeymiş gibi havada yükselerek, yaylanarak yürüyebilmek herkesin harcı değil; ben buna karar verdim.
Gelelim "s" meselesine. Bu da henüz 20'lerini ortalamamış hanım kızlarımız arasında yayılan bir konuşma biçimi. Buna ben "Emre Aydın ya da Kavak Yelleri" aksanı diyorum. Kızlarımızın hayata geçirmeye başladığı bu aksanda kelimeler, dişler arasından çıkarılıyor. "S"lere bastırılıyor Ş'ler "S-Ş"arası bir kelime gibi söyleniyor . Mesela "Aşti" yerine "Asstiii" gibi bir şey söylüyorsunuz. Bir de "Z"lere de elveda demeniz gerekiyor. "Mesela "Bu kez anladım" yerine "Bu kes anladım" diyorsunuz" ya da "Belki bir gün össlersiiin" gibi... Konuşmaya mimiklerle çocuk-ergen masumiyeti havası katılarak işlem tamamlanıyor. Bakınız Kavak Yelleri dizisinde Aslı'nın konuşması.
Sonuç: Bütün gözlemlerim sonucunda oturup bu garip akımların geçmesini beklemekten başka bir şey yapamayacağıma karar verdim. Olumlu düşünmeye çalışıyorum. Beni umutlandıran iki şey var ilki; bir süre sonra devasa çantaları, acayip yürüyüşleri ve gece davetlerinde giyilmesi için tasarlanmış çivi topuklu ayakkabılarla dere tepe kaldırımlar üstünde gezinmeleri nedeniyle sakatlanan hanımların doktor emriyle bu sevdadan vazgeçeceklerine inancım. Diğeri de en azından Serpil Çakmaklı tokaları ve saç biçiminin henüz hortlamamış olması. Hala yaşanabilir bir dünyadayız yani.
10 Mayıs 2009 Pazar
Şans
9 Mayıs 2009 Cumartesi
Bayan Yanı
5 Mayıs 2009 Salı
Zamanın Akışı
19 Nisan 2009 Pazar
Yol...
12 Nisan 2009 Pazar
One Minute! Kime diyorum?? One Minute!
Sayın Başbakanımızın monşerlere karşı kutsal mücadelesinin de ana sloganı olan “One Minute” açılımı, aynı zamanda rap şarkısı yapılmaya da müsait olması nedeniyle çağı yakalamış bir açılımdır. Ne yazık ki kimi kalın kafalılar tarafından başbakanımızın “One Minute” açılımı yeterince anlaşılamadı. “One Minute”, yeri geldiğinde “dürtüklenen” bir başbakanın isyanı olabildiği gibi memlekete teşrif eden Obama nezdinde, AKP’nin ABD’ye olan aşkının ifadesi de olabilmekte.
Mesela şöyle: Seninle One Minute, Umutlandırıyor bizi, One Minute siliyor canım, Yıllardır ettiklerinizi…
One Minute açılımının ikinci zaferini Türkiye, Rasmussen olayında gördü. Türkiye’nin yüce gönüllülüğü sayesinde NATO Genel Sekreteri seçilebilen Danimarka Başbakanı Rasmussen’in Medeniyetler İttifakı’ndaki konuşması yine bazı nifak sokucular tarafından yetersiz bulundu. Sözde Türkiye bugüne kadarki politikaları yüzünden o kadar teslim alınmış ki etkisizmiş, sözde Türkiye’nin özür diletme manevrası fiyaskoyla sonuçlanmış. Basında yaratılan “Özür dileyecek” yaygarasına rağmen ne özür dilemiş, ne yerlere kapanmış. Efendim, bu saçma iddialar olayları ancak at gözlüğüyle görenlere aittir!
Bu kimseler İslam Dünyasının lideri olarak Türkiye’nin karikatür krizinin intikamını bir özürle geçiştirebileceğini düşünecek kadar saftırlar. Evet, gerçek şudur ki Türkiye, Rasmussen’in seçilmesini istemiştir çünkü amaç Rasmussen’i kendi sahamıza çekmek, İstanbul’a gelmesini sağlamaktır. Sonrasında planlar tıkır tıkır yürümüştür. Evet Rasmussen, özür dilememiştir ama toplantı öncesinde sağlam bir DAYAK yemiştir. Kolunun sargıda olmasının nedeni de budur. Dış politikadan bihaber insanlar, Rasmussen’in düşmesi nedeniyle kolunun sargıda olduğu hikayesine inanacak kadar monşerdirler.
Artık One Minute zamanıdır. Artık nurlu ufuklara umutla bakma zamanıdır. Başta ne demiştik artık Türkiye Dış Politikasının emin ellerde olduğuna ikna olup melekler gibi uyuma zamanıdır. Herkese iyi uykular! (OLCAY PINAR)
3 Nisan 2009 Cuma
İtiraflar...
Kitabın giriş bölümünde hikayeye ilişkin genel bilgiler ve kimi bölümlerden parçalar bulunmakta. Daha ilk sayfada şu satırları okudum, Coriolanus, halka şöyle seslenir:
Ne barışta rahat verirsiniz insana
ne savaşta;
Birinden ödünüz patlar,
ötekinde kıpırdanmaya başlarsınız.
Size bel bağlayan,
karşısında aslan beklerken tavşan,
Tilki beklerken kaz bulur;
Buz üstünde kor parçasına
ya da güneşte dolu tanesine
Ne kadar güvenirsem,
size o kadar güvenirim.
Tek erdeminiz,
suçlu bulunandan yana çıkıp
Adalete lanet okumak.
Hakkıyla yükselen her insan
Sizin nefretinizi çeker...
Her dakika fikir değiştirirsiniz;
Bir gün önce nefretle söz ettiğiniz adama
Soylu demeye başlarsınız;
Baş tacı ettiğiniz adamdan kötüsü olmaz bir anda.
Bu ikilem hali, kendim ve "halk" kavramı üzerine düşünmeme de yol açtı. Önce "halk" dediğimde kendimi ne kadar içinde hissettiğimi sordum kendime. Dürüst bir cevap verdiğimde bugün halk kelimesini kullanırken kendimi bunun içine dahil etmekte zorlandığımı fark ettim. Bir çeşit kibir ve yabancılaşmadan çok yanında üzüntü ve kızgınlığı taşıyan bir his bu.
"Ama" dedim kendi kendime "bundan yıllar önce mesela 70'lerde "Halk" denildiğinde kim bilir nasıl titriyordu insanların yüreği?" O halde zamandan, edinilen tecrübelerden, geçilen ve geçilmeyen sınavlardan bağımsız olarak kutsal bir "halk" kavramından bahsedilebilir mi? Bugün tam da Coriolanus'un söylediği gibi hırsızlar omuzlarda taşınıyorsa, yolsuzluk yaptığı gün gibi ortada insanları "halk" yeniden seçiyorsa; "halk" denildiğinde içim titremiyor da canım sıkılıyorsa suçlu muyum?
Elbette, yetişmiş bir insan olarak sorumlulukları göz ardı etmek değil kastım. Ancak eğer bir şeyleri değiştirmek gerektiğini düşünüyorsak önce önümüzdeki malzemeyle yüzleşmek de gerekir. Bugün halk denilen topluluğun -ki "halk" derken topluma rengini veren baskın karakteri kastediyorum- yüceltilecek bir yanı kalmış mıdır acaba? Hitler'i tezahüratlarla dünyanın başına saran da "halk" değil miydi? Peki Bush'u iki kez seçip cinayet silahını eline veren? Kendini Hitler'i destekleyen "halk"tan saymayanı suçlayabilir miyiz? Bence suçlayamayız... Şimdi beni de suçlamayın o zaman, sevgiyle dökülmüyorsa dökülemiyorsa ağzımdan "halk" kelimesi.
Bu yazıda tartışılacak, karşı çıkılacak birçok nokta olabilir, farkındayım. Açıkçası, düşünmem gerektiğine inanılan şeyler ile kendimi düşünürken bulduğum şeyler arasında sıkışmış durumda hissediyorum bazen. Teorik açıdan birçok açıklama yapılabilir bugün içinde yaşadığımız duruma. Ekonomik ve sosyal bir çok açıklama yapılabilir. Bütün açıklamalardan öte aklımdan geçen en dürüst cümleleri yazdım sanırım. Bazen doğru bir şekilde anlatmak için yardım almak gerekir bir ustadan. Shakespeare ile başladım Nazım'la bitireyim o halde. Beklenen bir son olacak belki ama onun cümlelerinden daha iyisi kurulmadı henüz. Olcay PINAR
DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Nazım Hikmet
1947