25 Aralık 2011 Pazar

okur-yazar...



 Son yazımdan sonra hayatıma Jules Verne'in Macellanya'sı ve Halit Hüseyni'nin Uçurtma Avcısı ile döndüm. Gerçek dünyaya dönmek için kurguya sığınmak iyi bir yol bana kalırsa. Aslında vücudun ihtiyaç duyduğu şeyi istemesi gibi zihin de kendi ihtiyacını hissettiriyor. Mesela, ne zaman hayatın bence hiç de gerçek kısmı olmayan işe gidip gelme, günlük otomatik davranışları tekrarlama hali ruhumu sıksa gerçeğe dönmek için  bilim kurguya ya da gizemli hikayelere kayıyor gözüm. İlkokuldayken kazandığım ilk kompozisyon yarışmasında bana Jules Verne'in Aya Yolculuk kitabını hediye etmişlerdi. Yani kendi emeğimle edindiğim ilk kitap Jules Verne'e ait. Jules Verne, bir şekilde hepimizin çocukluğuna iz bırakmıştır sanırım.

Macellanya ise Jules Verne'in ölümünden sonra basılmış kitaplarından biri. Her türlü otoriteyi reddeden, anarşist düşüncelere sahip gizemli bir Avrupalının Güney Amerika'daki büyük devletler tarafından hakimiyet altına alınmamış ıssız  ve bağımsız son toprak parçaları üzerinde yaşadıklarını anlatıyor. Kitapta gerçekte otoritesiz bir toplum ütopyasının gerçekleşebilirliği tartışılıyor ve Jules Verne pek de gerçekleşebilir görmüyor bu ütopyayı. Jules Verne'in kitabın satır aralarına sızmış "Avrupalı" bakışı biraz rahatsız etse de akıcı ve merak uyandırıcı bir kitap Macellanya.

İşin ilginç tarafı, kitabı okuduktan sonra Jules Verne üzerine internette biraz araştırma yapmak istediğimde öylesine az bilgiyle karşılaştım ki... Hele Türkçe kaynak bulmak çok daha zor. Türkiye'de bile bu kadar çok okunan bir yazarla ilgili bu kadar az bilgi olması acayip bana kalırsa. 

Jules Verne'le ilgili insanın merakını gıdıklayan bir başka şey ise oğluyla ilişkisi. Macellanya'nın önsözünde Societe Jules Verne'in başkanı Oliver Dumas, Jules Verne'in oğlu Michel Verne'i açıkça Jules Verne'e, onun eserlerine ihanet etmekle suçluyor. Jules Verne'in ölümünden sonra geride kalan yarım kalmış eserlerini yayımcıların isteklerini dikkate alarak ve biraz da satış kaygısıyla kendi kafasına göre düzenleyen öykülerin sonlarını değiştiren Michel Verne edebiyat dünyasında pek de popüler değil anlaşılan. 

Kitabın önsözünde de Jules Verne'in bir mektubunda "Ben, aileyi- yani kendi ailemi demek istiyorum- sadece bir kaygı ve düş kırıklığı kaynağı olarak gören ben..." dediği aktarılıyor. Abimin sıkça kullandığı bir atasözü geldi aklıma: "Mum dibine ışık vermez". Birkaç anlamda kullanılabilen bir atasözü...Bense "İnsanın üstün niteliklerini ve değerini en az takdir edenler en yakınındakilerdir" anlamında kullanıyorum. Bu atasözünün anlamıyla ilgili daha iyi bir açıklama ararken şu cümleleri buldum ki son derece açıklayıcı bence: "Kadri yüce, üstün ahlak ve nitelikleri olan bir kimsenin kıymetini yakın çevresi pek takdir etmez. Bir insan gibi bazı konularda onlar gibi davrandığı için 'bizim gibi biri, o da yiyip içiyor, oturup kalkıyor' diye düşünürler. Dağın görkemini görmek için ona uzaktan bakmak gerekir"  Gerçekten çoğu zaman başkalarının büyük saygı duyduğu niteliklere sahip insanlar yakınlarından, eşlerinden ve dostlarından bu saygının çok azını görebilirler. Başka insanların hayranlıkla takdir ettiği özellikleri, yakınlarının, dostlarının gözünde pek değersizdir. Belki Michel Verne'e babasının eserleri üzerinde böylesine oynama cüretini veren şey de budur. 

Bu arada gözüm tekrar Jules Verne'in mektuptaki cümlesine takıldı  "Ben, aileyi- yani kendi ailemi demek istiyorum- sadece bir kaygı ve düş kırıklığı kaynağı olarak gören ben..."  Ne kadar acı ve cesaret dolu bir itiraf...

Halit Hüseyni'nin kitabından da bahsetmek niyetindeydim ancak yorgunluğum, aklımdakilerin sonraki yazıya kalacağını haber veriyor bana.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Rapor...

Neredeyse hiçbir şey okumadan geçirilen üç ayın sonunda yazacak bir şeylerimin olması biraz garip olabilir ama garip de olsa var yazacaklarım. Gerçekten son üç ayım doğru dürüst bir şey okumadan geçti. Ucundan kenarından karıştırılan birkaç kitap sadece... Günlük olağan aktivitelerine devam etmek için gerekli koşulları oluşturmak gibi zorunluluklar peşinde koşan bendeniz, üç ayı boşlukta sallanarak geçirdim. İki ayım ev aramakla bir ayım da ev yerleştirmekle geçti. Ne diyeyim zormuş bu işler.

Minimum düzeyde işe yarar zihinsel faaliyet içinde geçen bu üç ayın da bana öğrettiği şeyler oldu elbette. Öncelikle bu sürecin sonuna doğru korku içinde fark ettim ki insanın entelektüel algıları da tıpkı kasları gibi çalıştırılmadığı takdirde güç kaybedebiliyor. Günlük olaylar içine hapsedilen zihin, zamanla yüzeyselleşiyor ve dert edinilen şeylerin türü değişmeye başlıyor. Aslında bu son derece sinsi ilerleyen bir hastalık gibi. Tatlı bir rehavetle bedeni ve beyninizi sarıyor. Sonra dünyaya, tarihe ve insanlara dair kuş bakışı pozisyonundan çıkıp giderek irtifa kaybetmeye başlıyorsunuz. bu sürecin sonu da herhalde at gözlüğü aşaması ile tamamlanacaktır diye tahmin ediyorum. 

Sonra bir zamanlar sizin için önemsiz olan şeylerin önem kazanışını izliyorsunuz. İnsanlara bakışınız onları anlamaya çalışan ve gözlemleyen konumundan çıkıp bazen sinir olan kafayı takan bir bakışa dönüşüyor. Bir zamanlar basit meselelerle yormadığınız zihninizin kirlenişini izlemeye başlıyorsunuz. Edebiyatın sanatın yücelttiği ruhu, günlük küçük meseleler ve hesaplar bacaklarından tutup aşağı çekmeye çalışıyorlar. 

Kısacası bu üç ay benim için fena halde öğretici geçti. Bir kere bitkisel hayattaki milyonlarca insanın içinde bulundukları ruh halini sezebilme olanağı buldum. Öğrendiğim diğer şey ise ayakta kalmak için uyanık kalmak gerektiği. Bundan daha önceki birkaç yazımda daha bahsetmiştim galiba. Kendimi bildim bileli, daha küçük bir çocukken içimde büyüyen bir korku vardı: Sıradanlık korkusu... Kendi sıradanlığımdan öte dünyayı sıradanlaştıran bir bakışa mahkum olmak korkusu. Büyüdükçe bu korku şekil değiştirip somutlaşmaya başladı sanırım, şimdi bunu rutinin içinde kaybolup derinliği yitirme korkusu olarak tanımlayabilirim.  İşte bu süreçte öğrendiğim şey, yaşamınızın bir bölümünde ne kadar direnirseniz direnin kendinizi bıraktığınızda düşünsel yapınızın pelteye dönüşme tehlikesinin beklemediğiniz biçimde karşınıza çıkabileceği. 

Sanırım yapılacak en iyi şey ise hastalık sizi tamamen ele geçirmeden tedaviye başlamak. Bunun için ayağa kalkmak, perdeleri açıp güneşin içeriye girmesine izin vermek... Ben öyle yapacağım şimdi...