30 Mayıs 2009 Cumartesi

Düşünmeye Değer Düşünceler


Dün üzerinde düşünmeye değer iki metin okudum. Paylaşmak istedim belki siz de düşünürsünüz diye. İlki abim, Murat Fehmi Pınar'a ait... Onun kendi bloguna yazdığı metinden bir bölümü aktarıyorum buraya:


"Irmağın akıntısına kapılıp sürüklenen bir çöp parçası, rüzgârın önünde savrulan bir yaprak için seçenek yoktur. Varoluşları içinde bulundukları durumu haklı kılar.
İnsan ne bir çöp parçası ne de rüzgârda savrulan bir yapraktır, ama iradesini aşan güçler karşısında o da savrulabilir.
Savrulmamak, sürüklenmemek değildir insanı çöp parçası olmaktan ayıran. Savrulurken, sürüklenirken bile direnmektir. Sonunda zafer umulmasa bile savaşmaktır.
Eğilmiş sayılmaz kendi iradesiyle eğilmedikçe bir baş, yenilmiş sayılmaz yenildim demedikçe bir insan.
Evren tüm gücüyle yüklendiğinde, önüne katıp sürüklediğinde bile kolundaki bacağındaki güç yettiğince akıntının tersine yüzmek, doğru bildiğini yapmaktır insanı insan yapan."
yazının tamamını http://akintinintersine.blogspot.com/ adresinden okuyabilirsiniz.

Okuduğum diğer metin ise Yalçın Küçük'e ait. Dün katıldığım bir seminerde sıkıntıdan elimdeki İthaki ajandasını karıştırırken gözüme çarptı. Ajandanın bir sayfasına Küçük'ün Tekeliyet 2 kitabından yaptıkları alıntı şöyle:
"Tekelokrasi, tabansız ve korkaktır. Bu nedenle tanrıcıkları yeteneksizlerden seçmek zorundadır, çünkü yeteneksizlerin başkaldırma güç ve şansı olmadığını biliyoruz ve yetenek, her zaman isyanın tohumlarını içermektedir. Bu nedenle bugün ülkede, yeteneklere bütün kapılar kapalıdır; öyleyse seçim ve yarış yoktur, diyebiliyoruz."

24 Mayıs 2009 Pazar

Rampaların Ustasıyım Mahallenin Baskısıyım


Haftasonu Bolu'daydım. Bizimkileri ziyarete gittim. Bu akşamüstü Ankara'ya döndüm, eve gelmek için dolmuşa bindim. Sadece şoförün arkasında yer kalmıştı, geçtim oturdum ben de. Parayı uzatıp dolmuşun hareket etmesini beklerken, dolmuşçuyla ön koltukta oturan kadının sohbeti takıldı kulağıma.
Dolmuşçu "Çalışıyor musunuz?" diye sordu. Yeni tanışan iki kişi olduğunu fark edince merakım arttı iyice, kulak kesildim. Kadın, yakındaki sağlık ocağında çalıştığını söyledi. Adam, "İyi tanıdınız beni, ben sizi çıkaramamıştım" dedi. Kadın, "Aaa tabi tanıdım sizin küçügünüzle arkadaştık biz" dedi. Ben nedense, kadının adamla ilgilendiğini hissettim bir an. Hoşuma gitti, adamın parmaklarına baktım yüzük müzük yoktu. İkisi de ölçülü, düzgün insanlara benziyorlardı. Ben tam, belki de yeni bir aşkın başlayışına tanık oluyorum diye keyifli keyifli hayal edip ikisine bakarken.... Hoop dolmuşçuyla göz göze geldik aynada. Adam resmen beni onları dinlerken yakaladı. O da kendini yakalanmış hissedip rahatsız olmuş olacak ki yol boyunca tek kelime bile etmedi kadına.

Kendimi pek kötü hissettim. Dolmuşta oturan mahalle baskısı olarak, bir kadınla bir erkeğin sohbetini sabote etmişim gibi... İkisi arasındaki sessizlik öyle büyüdü ki beni oracıkta ezip küçücük yaptı. Keşke daha yakın bir yerde otursaydım da hemen dolmuştan inip rahat bıraksaydım insanları diye düşündüm. Sonuçta iş işten geçti, kadın benden önce indi, kuru kuru "İyi akşamlar" dediler birbirlerine. İnene kadar dolmuşçuyla göz göze gelmemek için elimden geleni yaptım. Mahalle baskısının vücut bulmuş hali olarak dolmuştan indiğimde, kendi kendime "Allahtan, kimse bilmeyecek" dedim. Ama artık siz de biliyorsunuz işte, tamam utanıyorum ama cidden kötü değildi niyetim;)

Hem zaten koca koca insanlar, utanmıyorlar mı orada burada sohbet etmeye kardeşim. Ayıp diye bir şey var. Suç hırsızda mı hırsızı yakalayanda mı kardeşim. Ar namus kalmadı bu memlekette :)))

19 Mayıs 2009 Salı

Atlar...

Bugün hayatımda ilk kez at yarışı izledim. Sevgili Sadık ve Evin, dün beni de davet edince gözlerim parladı. Hayatta hiç at yarışı izlememiş biri olmak istemediğimden, hemen teklifin üzerine atladım.

Hipodrom ve at yarışı izlemeye gelen insanlar, hiç de düşündüğüm gibi değillerdi. Bir kere hipodrom son derece güzel bir yer, yemyeşil... İnsanlar; ailece, çoluk çocuk gelmişlerdi, bir yandan piknik yapıp bir yandan atları izliyorlardı. Sanırım Türk filmlerinde erkek karakterin dağıtmasını ifade etmek için kullanılan "at yarışı müptelalığı" betimlemesi nedeniyle, ben gözleri kumar hırsıyla kanlanmış, acayip insanlarla karşılacağım fikriyle gitmiştim ama hiç de öyle olmadı.

Sonra atları izlemek çok güzeldi. Gerçekten göz kamaştırıcı hayvanlar. Tabii eve gelince dayanamadım açtım eski usulle ansiklopediyi, oldukça ilginç şeyler öğrendim. Mesela atlar; koyun, keçi, domuz, köpek gibi hayvanlardan 3000 yıl sonra evcilleştirilmişler. Ondan önce insanlar atları avlayıp yiyorlarmış. Evcilleştirildikten sonra oldukça zeki olduğu anlaşılan atlar, şaşırtıcı özelliklere sahipler. Öncelikle ayakta uyuyabiliyorlar, bunu uyurken kaslarını kilitleyerek başarıyorlar. Üstelik çok zeki hayvanlar... Yazılanlara göre taşıma için kullanılan atlar, birbiri ardına eklenen vagonların zincir seslerine dikkat ederek vagon sayısı artınca hareket etmeyi reddediyorlarmış.

Atların dünya tarihinin seyrine etkisinin de büyük olduğunu söylenebilir. Şöyle ki; Amerika kıtasında at nesli, Avrupalıların gelmesinden çok zaman önce tükenmişti. Atların Amerika'da tekrar varlık göstermeleri, Avrupalıların kıtaya ayak basmaları ve yanlarında at getirmeleriyle birlikte başladı. İşte bazı kaynaklara göre Aztekler, İspanyol işgalcilerle karşılaştıklarında, İspanyol ordusuna komuta eden Hernando Cortes, at üstündedir. O güne kadar at görmeyen ve tam da Cortes'e benzeyen Quetzalcoatl adında bir tanrı tarafından yok edilecekleri kehanetine inanan Aztekler, Cortes'in kahinlerin haber verdiği bu yarı tanrı olduğunu düşünürler. Elbette Azteklerin bu inancı Cortes'e Aztek kentinin kapılarını açar ve işini en azından bir süreliğine kolaylaştırır.

Bu hikayeyi düşününce insan, "Kehanet mi olacaklardan kaynaklanıyor yoksa olacakların nedeni kehanetler mi?" diye düşünmeden edemiyor. Sonuçta ne de olsa Azteklerin inandığı kehanet gerçekleşmiş oldu ve Aztek uygarlığı, Cortes'in öncülüğünü yaptığı Avrupalılar tarafından yok edildi. Aztekler, böyle bir kehanete inanmasalardı, kehanetin bu şekilde gerçekleşmesi engelenmiş olabilirdi.

Herneyse atlardan girdim, Azteklerden çıktım. Ve son satırları okuyup ekonomi-politik ve tarihin oluşumu üzerine bana muhalefet edecek arkadaşlara baştan söyleyeyim elbette teknolojik üstünlüğü olan İspanyollar karşısında Azteklerin kaderi muhtemelen aynı olurdu. Ancak, tarih üzerine biraz fantezi üretip, hayal gücümüzü çalıştırmanın pek zararı yok bana kalırsa.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Poe ve Vian'ın Gizemi

Okuduğum kitapların yazarlarına oldum olası özel bir ilgim olmuştur. Bir kitaba başlamadan önce oturur yazarı hakkında araştırma yaparım. Özel hayatlarını, nasıl çalıştıklarını, günlük sıkıntılarını merak ederim. Şimdiye kadar okuduğum yazarlar içinde özellikle iki tanesinin çok gizemli olduğunu düşünüyorum. Yaşamlarında ve ölümlerinde öğrenemediğiniz ama sezdiğiniz karanlık ya da mistik bir şeyler var gibi. Bu iki yazar: Edgar Allan Poe ve Boris Vian.

Poe'dan başlayayım. Çoğunlukla gizemli ve karanlık korku öyküleri yazan Poe'nun kendi hayatı da oldukça karanlık. Şimdi yaşadığı çağın en büyük yazarlarından sayılan Poe, hayattayken pek de saygı görmez, aşağılanmalara maruz kalır. Ünlü "Annabel Lee" şiirinin ilham kaynağı olduğu iddia edilen kuzeni Virginia ile evlendiğinde Virginia 13, Poe ise 27 yaşındadır. Kimilerine göre Poe'nun öykülerinde üvey babasının tacizine uğradığına dair izler vardır. İçki, uyuşturucu ve kumar Poe'nun hayatından eksik olmaz. Poe'nun öykülerinde dönemin genel eğiliminin tersine katiller, hırsızlar suçlular baş roldedir ve Poe, bir katilin iç dünyasını öyle vurucu betimler ki okurken kendisinin başından da benzeri bir olay geçtiğinden şüphe duymamak zordur. Örneğin ben iki öyküsünde de rastladığım öldürülen kişiyi duvara- zemine gömme eylemini, ve katilin iç dünyasına ilişkin müthiş anlatımları okurken Poe'ya dair karanlık hayaller kurmaktan kendimi alamadığımı itiraf edeyim. Poe, sadece 40 yaşındayken ve ikinci evliliğinden üç gün önce sokakta, bir barın önünde baygın bulunur. Birkaç gün sonra da ölür. İddiaya göre ölmeden önce son sözleri "Tanrım, lütfen zavallı ruhuma yardım et” olmuştur. Dostoyevski'ye göre "Poe'nun sadece kendine has olan ve onu bütün diğer yazarlardan ayırt eden özelliği, hayal gücünün olağanüstü genişliğidir." Baudelaire ise Poe için "Çağımızın en güçlü yazarıdır" der. Ancak Poe'nun cenazesine sadece dört kişi katılır. Bugün Poe'nun mezarında bir kuzgun kabartması var ve mezar taşında da "Dedi Kuzgun, hiçbir zaman" sözleri yazılı.

Boris Vian ise Poe'nun tersine kısa ömrü boyunca ün ve saygınlığa bolca mazhar olmuş. Ben Vian'ın hayatında garip mistik bir şeyler varmış gibi hayal etmeyi seviyorum. Vian 1920'de doğar. Maden mühendisliği diploması alan Vian, en fazla tanınan üç romanını da henüz 26 yaşındayken 1946'da yazar. Vian, sadece edebiyat alanında değil sanatın pekçok alanında çılgınca üretir ve neredeyse yaptığı her şeyde çok başarılı olur. Vian, müzik grubu kurar, jazz üzerine yazılar yazar, 400 civarı şarkı sözü üretir, müzikal komedi hatta opera bile yazar, albümler çıkarır, turnelere gider, senaryo, oyun yazar. Vian bir dönem de bilimkurguya merak salar, eski arabaları onarma işiyle ilgilenir. 1946'da birden şiddetli bir resim arzusu duyar ve birkaç gün içinde çok sayıda yağlıboya resim yapar; hatta resimleri, ressam yazarlar sergisinde bile yer alır. Vian, elini neye attıysa ses getirir ama bu panik içinde üreten ilginç adam, sadece 39 yaşındayken romanının film galasında kalp krizinden ölür.
Boris Vian'ın bu biraz panik içinde her şeyi yapma arzusu ve aniden alevlenen delicesine insanüstü üretimi, bana hep acayip gelmiştir. Birilerinin Vian'a vaktinin kısa olduğunu fısıldadığını düşünmek hoşuma gidiyor. Ya da ne bileyim belki ruhunu şeytana satmış ve ömründen yirmi yıl vermeyi kabul edip yetenek istemiştir şeytandan. Kim bilir belki de öyledir?

12 Mayıs 2009 Salı

Seri Üretim

Şu sıralar gülsem mi sinir mi olsam bilemediğim birkaç şey gözüme batmakta. Tamam dürüst olacağım, hem gülüyorum hem sinir oluyorum. Bunlardan ilk aklıma gelenler çantalar, yaylı sistem yürüyüşü ve s'ler... Anlamsız mı geldi? Açıklayacağım hem de resimli olarak.
Öncelikle artık nereye baksam karşıma çıkan garip, çantalı kadınlardan başlayayım. Tamam modayla ve şimdi moda olan koca koca çantalarla sorunum yok ben bile kullanabilirim ama benim anlayamadığım bu çantaların taşınma biçimleriyle ilgili bir kullanım kılavuzu mu var? Ya da bilinmeyen bir güç telepatik dalgalar yayarak herkesin aynı biçimde yürümesini mi sağlıyor? Yani nasıl oluyor da giderek artan sayıda kadın çantayı kollarının aynı noktasına sabitleyip, bir kolu şaşmaz bir 45 derecelik açıya ayarlayıp, çanta taşınmayan diğer kollarını da ritmik olarak havada yüzercesine sallayabiliyorlar? Öylesine teknik üstünlük gerektiren bir stil ki bu, hani yazma çizme gücüme güvensem de fotoğraflara mahkum olmaktan kurtulamıyorum. Mesela şöyle:



Elbette sadece çantayla bitmiyor iş. Mesele çantada değil nitekim. Mesele acayip bir kadın tipinin yayılması. Bu tipler, kıyafet, aksesuar, gözlük, saç modeli ve yürüyüş hatta konuşma tarzı ile bir bütün. Her köşe başından çıkıveriyorlar: Örneğin benim çalıştığım yer olan Adliye'nin koridorları, yürüyen Turkish Hilton'lardan geçilmiyor. Kızılay'a gidiyorum orada da sağım solum Turkish Hilton. Ankara'da mıyım yoksa "Sex And The City" setinde miyim ayırt edememeye başladım, daral geldi artık.
Anlayamadığım şeylerden biri de nasıl o şekilde yürüyebildikleri. Yani fizik kurallarını zorlayan bir durum var ortada. Hatta ben bugün evde denedim yapamadım gerçekten. Bir yandan bacakları o kadar açarak adım atıp bir yandan yerçekimsiz ortam içindeymiş gibi havada yükselerek, yaylanarak yürüyebilmek herkesin harcı değil; ben buna karar verdim.

Gelelim "s" meselesine. Bu da henüz 20'lerini ortalamamış hanım kızlarımız arasında yayılan bir konuşma biçimi. Buna ben "Emre Aydın ya da Kavak Yelleri" aksanı diyorum. Kızlarımızın hayata geçirmeye başladığı bu aksanda kelimeler, dişler arasından çıkarılıyor. "S"lere bastırılıyor Ş'ler "S-Ş"arası bir kelime gibi söyleniyor . Mesela "Aşti" yerine "Asstiii" gibi bir şey söylüyorsunuz. Bir de "Z"lere de elveda demeniz gerekiyor. "Mesela "Bu kez anladım" yerine "Bu kes anladım" diyorsunuz" ya da "Belki bir gün össlersiiin" gibi... Konuşmaya mimiklerle çocuk-ergen masumiyeti havası katılarak işlem tamamlanıyor. Bakınız Kavak Yelleri dizisinde Aslı'nın konuşması.

Sonuç: Bütün gözlemlerim sonucunda oturup bu garip akımların geçmesini beklemekten başka bir şey yapamayacağıma karar verdim. Olumlu düşünmeye çalışıyorum. Beni umutlandıran iki şey var ilki; bir süre sonra devasa çantaları, acayip yürüyüşleri ve gece davetlerinde giyilmesi için tasarlanmış çivi topuklu ayakkabılarla dere tepe kaldırımlar üstünde gezinmeleri nedeniyle sakatlanan hanımların doktor emriyle bu sevdadan vazgeçeceklerine inancım. Diğeri de en azından Serpil Çakmaklı tokaları ve saç biçiminin henüz hortlamamış olması. Hala yaşanabilir bir dünyadayız yani.
Not : Bu arada Sevgili Arkadaşım Ömür'e bugün bloga ne yazacağım konusunda verdiği ilham ve cesaretten dolayı teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. Ömür, beni kızdırmamaya bak yoksa gelecek sefer soy ismini ve çalıştığın yerin adresini de vereceğim ;)

10 Mayıs 2009 Pazar

Şans

Annem Sabahat Sercan Pınar'a

Bazı insanlar diğerlerinden daha şanslıdırlar. Nedense bu tür insanlara tüm kapılar sanki daha kolay açılır, hep dört ayak üstüne düşerler. Başlarına bir talihsizlik geldiğini düşündükleri anda bile birden bu olay, onlar için daha iyi koşullar sağlayan bir talihe dönüşüverir. Sizi bilmem ama ben o şanslı insanlardan değilim sanırım. Şanssız değilim ama "şanslı" da sayılmam doğrusu. Ancak hayatta kesinlikle şanslı olduğumu düşündüğüm tek bir konu var: Annem.

İnsan, annesini neden sever? Bunun birçok nedeni var, annenin bir kısmı fizyolojik nedenlere bağlı olan sonsuz şefkati ve sevgisi karşısında kayıtsız kalmak mümkün değil mesela. Ya da annemiz, dünya çok çekilmez olduğunda, sığınılacak ve her zaman güvenilecek bir liman olduğundandır ona olan sevgimiz. Belki de kimse sevmese de bizi hep sevecek ve hoşgörüsüyle saracak tek kişi olduğundan severiz annemizi.

Benim sevgim de elbette bütün bunlardan besleniyor. Ama annemi sevmemin en önemli nedeni şu:
Bir gün kendime "Eğer benim annem olmasaydı, herhangi bir yerde tanışmış iki insan olsaydık O'nu yine de sever miydim" diye sordum ve cevabım, kesinlikle "Evet" oldu. İşte annemi, eğer benim annem olmasaydı da saygı duyup sevebileceğim bir insan olduğu için, hayat mücadelesinde bunca yılın, sayısız sınavın sonunda saygıdeğer kalmayı başarabildiği için çok seviyorum. Annemi, hiçbir zaman boyun eğmediği, herkes tersini söylese de doğru olduğuna inandığı şeyleri yaptığı için, sadece kendini değil çevresindeki her şeyi ve herkesi umursadığı için, bazen aynı fikirde olmasak da bana hep destek olduğu için seviyorum.

Ve dediğim gibi, belki şimdiye kadar süper lotoda hiçbir şey tutturamadım ama bazen dünyada benden daha şanslı kimse yokmuş gibi geliyor bana.

Anneler Günün Kutlu Olsun En Büyük Şansım...Kızın Olcay...

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Bayan Yanı


Eskiden tren bileti alacağınız zaman, kimse size koltuğunuzu hangi cinsiyette arzu ettiğinizi sormazdı. Sadece hangi saatte, hangi trenle, nereye gitmek istediğinizi söyler, biletinizi alırdınız. Yol arkadaşınız bir erkek de olabilirdi bir kadın da. Trenleri sevmemin birçok nedeninden biri de bu olmuştu yıllarca. Otobüslerin tersine trenlerde "bayan yanı" uygulamasının(zorlamasının) olmaması, en azından o trene binen insanların, yanlarındaki kişinin cinsiyetiyle ilgilenmediklerine kendimi inandırmamı kolaylaştırırdı. Kendimi kısa bir süreliğine de olsa aklı fikri etrafındakilerin belinden aşağısında olmayan daha ileri bir uygarlığa ait insanlarla yolculuk ediyormuşum gibi hissederdim.
Oysa son İstanbul yolculuğumu yaparken"bayan yanı" uygulamasının trenlere de sirayet ettiğini gördüm. Gerçi henüz otobüslerdeki kadar zaruret haline gelmemiş bu durum, tercihinize bırakılmış. Ancak Türkiye gibi hızla tutuculaşan bir ülkede bunun gerçek bir "tercih özgürlüğü" olmadığını anlamak için çok akıllı olmaya gerek yok. Ne de olsa bir kadının bir başka bir kadının yanında oturmayı seçebilecek durumdayken bu"lüksünü (!)" kullanmadan, herhangi bir tercih belirtmeden bilet alması, bir çeşit ahlak düşüklüğü olarak kolayca nitelenebilir bu ülkede. 

Sonuç olarak haremlik-selamlık uygulaması, trenler için de geçerli artık. Trajikomik olansa, internetten birkaç saniyede otobüs ya da tren bileti alabilecek kadar ileri bir medeniyet düzeyine ulaşmışken, hızlı trenle milli gurur yaşamamız beklenirken hala bir kadınla bir erkeğin yanyana oturmalarının, ahlaksız bir sonuca ya da tacize gebe olduğunun düşünülmesi.

Hele otobüslerde bu zihniyet öyle yerleşmiş, sorgulanmaya sorgulanmaya öyle boyutlara ulaşmış durumda ki insanlar, birlikte oturmaya razı olsa muavin razı olmuyor bir türlü. Yan yana oturmanın sakıncaları öyle büyük ki bir anda bir namus meselesine dönüşebiliyor; elbette otobüsün namusundan sorumlu muavin için yaptığı müdahale son derece doğal olmalı. Diğer yandan işin garip olan bir başka yönü erkeklerin büyük çoğunluğunun da cinslerine sapık muamelesi yapılmasına epeyce alışmış olmaları. 

Bütün bu söylediklerimden sonra merak edenler için tren bileti alırken cinsiyetsiz koltuk tercih ettim, yanıma son derece kibar, "normal" bir "insan" oturdu ve bundan önceki yolculuklarımda uğramadığım gibi bu yolculuğumda da tacize uğramadım.

5 Mayıs 2009 Salı

Zamanın Akışı

Az önce geldim eve. Kendimi yalnız ve mutsuz hissettiğim günlerden biri. Gerçi mutsuzluk da denmez buna ama daha çok kafa karışıklığı belki. Yaşamın bana sundukları ve sunabilecekleriyle ilgili bir kafa karışıklığı. Belki de günlerdir yağan yağmurun beni sürüklediği kasvetli ruh halidir şu anın nedeni. Belki de son günlerde Pavese'nin müthiş karamsarlığına maruz kalmamdır neden. 
Haftasonu İstanbul'daydım. Burgaz'a gittik dostlarla, bisiklete bindik... Müthiş dinginliğin eşliğinde deniz kıyısında çayımızı yudumladık. Ben "Böyle hayatlar da var işte" dedim, denize bakarken... Bütün hayatımı Burgaz'da bu anın içinde geçirebilirim diye düşündüm kendi kendime. Mutluluk böyle bir şey olmalı...
"Zamanın akışı": Son yıllarda kendi kendime bu iki kelimeyi takrarlarken yakalanıyorum. Zamanın akışı... Nereden çıktığını bilmediğim bu iki kelime, en hazırlıksız anlarımda yalnızken yakalıyor beni. İçimden tekrarlıyorum: Zamanın akışı.... Zamanın akışı...