22 Mart 2012 Perşembe

İstanbul'da bahar...

İstanbul'da Bahar...İstanbul'da Aşk... Mektuplarınız gecikiyorsa hemen kızmayın gecikmenin romantik bir nedeni olabilir bence ;)
Mart 2012 Fındıklı sahili...




16 Mart 2012 Cuma

Tedirgin bekleyiş

Hastayım, en azından iyileşmekte olan bir hastayım diyeyim.. Tam da masamda yapılmayı bekleyen işler birikmişken hasta olmak hiç de adaletli sayılmaz, işe gitmek istediğiniz bir zamanda işe gidememek o kadar da hoş değil.

Ev de dağıldı iyice. İlk taşındığım günlerde gösterdiğim özenin ne zaman ortadan kalkacağını merak ediyordum. Tahmin ettiğim gibi üç ay sonra asla hamaratlığıyla ve ev işlerindeki mükemmel başarısıyla övünemeyecek bir insan olduğum gerçeği su yüzüne çıkmış oldu. Ama temizlikte ve yemekte son derece hızlı olduğum bir gerçek. Bu da annemin şehir dışı seferlerinin dönüşünde savaş yerine dönmüş bir evi yaklaşık dört saatte misafir kabul edebilecek hale getirmek ve bu arada üç çeşit yemek hazırlamak konusunda yaptığım çalışmalarım sonucunda geliştirdiğim bir beceri. Gerçi zamanla yarışıyor olmanın yükselttiği adrenalinin eşliğinde kazanılan bu becerinin bedeli yorgunluktan titreyen eller ve bacaklar oluyordu ama olsun mühim olan ipi göğüslemek.

Sanırım bir "ev hanımı" olarak yetiştirilmemiş olsam da tek başına ayakta kalabilecek özelliklere sahip olarak yetişmiş olduğum söylenebilir. İnsanın annesi o kadar yoğun çalışınca kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmekten başka çaresi kalmıyor. Ağabeyimin olağanüstü yaratıcılığının da bunda etkisi vardır sanırım. Küçükken evi temizlemek gerektiğinde bir kağıdın üzerine evin planını çizer, toplanıp temizlenecek her bir nesneyi numaralandırır ve onları numaralarına göre paylaştırırdı. Sonra saatlerimizi ayarlayıp en kısa sürede evi temizleme oyunu oynardık. Çocukluğumla ilgili her anımda abimle ilgili anlatacak eğlenceli bir şeyler buluyorum ve eski günleri özlüyorum biraz.

Son günlerde "kaybetme korkusu" aklımı karıştırıyor. İnsanları sevebilmenin ve bağlanmanın aynı anda nasıl doğanın bir hediyesi ve laneti olabildiğine şaşırıyorum. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren nasıl sevmeyi öğrendiğimizi sonra bütün hayatımızı sevdiğimiz insanları kaybetmekten korkarak yaşadığımızı düşünüyorum. Her mutlu anın içine sinmiş güçlü bir kaybetme korkusu... Derinde gizlense bile orada olduğunu bildiğiniz büyük bir korku.. Bir gün ayrılacağını bilmenin ürkütücü acı tadı. Reddedilen kaçınılmaz bir son. Çocukluğun en güzel kısmı ve bence tek güzel kısmı henüz bu korkunun benliğimizin hakimiyetini tamamen ele geçirememiş olması. Çocukken ölümün yıldızlar kadar uzak, henüz somutlaşamamış soyut bir kelimeden ibaret oluşu... İnsanların sadece filmlerde ölüyor olduklarını düşünmenin güzelliği... Oysa yetişkin olduğunuzda doğanın hain bir oyununun içinde olduğunuzu görüyorsunuz, önce sizi insanları sevmeye onlara bağlanmaya zorlayan sonra da ömrünüz boyunca onları sizden almakla tehdit eden ve tedirgin bir bekleyişe mahkum eden doğanın hain bir oyunu. Evrenin içinde o kadar küçük, sıradan ve savunmasızız ki...

8 Mart 2012 Perşembe

Acayiplikler

Bazen kendimi başka bir gezegenden gelmiş gibi hissediyorum. Bana bu kadar acayip ve hastalıklı gelen düşüncelerin çoğu insan için bu kadar normal olması ilginç ama yalnız olmadığımı biliyorum benim gibi çok sayıda insan var. Şaşkın, uyumsuz çoğu zaman kızgın insanlar... Neyse şu sıralar aklımda şunlar geziniyor:

1- İnsanların yaşlılıktan bu kadar korkmaları çok acayip. Yani gerçekte acayip değil elbette bunun kapitalizmin sömürüp yeni bir biçime soktuğu doğal nedenleri var ama yine de insanların bu deforme olmuş düşünce biçimini bu kadar özümsemiş olmaları acayip. Yüzümüzde çizgiler olması neden dehşet uyandıran bir şey. Doğadaki canlıların büyük kısmı gibi doğan büyüyen ve yaşlanan insanın yaşlanma kısmını kabullenmesi neden bu kadar zor? 90 yaşında porselen gibi bir ciltle yaratık gibi dolaşmak gerçekten bir kadının en muhteşem rüyası olabilir mi?

Elbette insanın kendine bakması güzel şey, olduğundan daha yaşlı görünmek de hoş olmayabilir, insanın kendini aynada yaşıtlarından daha yıpranmış görmesi moral bozucu olabilir. Kozmetikten de yardım alınabilir insanlar binlerce yıldır alıyor bu yardımı. Ancak bu kadar abartmak niye? Zamanı durdurmak her zaman güzel bir şey olmayabilir. Aşağıda Rita Hayworth'un iki fotoğrafı var biri gençliğine diğeri yaşlılığına ait ve yemin ederim yüzündeki saygıdeğer kırışıklıklarla yaşlı Rita "en az" genç Rita kadar güzel, hatta bana çok daha güzel geliyor, derin, anlamlı...
















2- Yine piyasa koşullarının yarattığı hastalıklı bir düşünce daha: "Yeni her zaman daha iyidir." Hayır, değildir kardeşim. İstanbul'da yaşayıp "yeni"ye tapınmayı nasıl başarıyor bu insanlar anlamıyorum. İstiklal Caddesi'nde geziniyorum her adımımda bastığım yere benden yüzyıl önce basan, girdiğim binaya benden yüz yıl önce giren insanları düşünüyorum. Balat'tan geçerken, Bizans'ın surlarına bakarken kalp atışlarım hızlanıyor. Milyar dolarlar değerinde bir alış-veriş merkezinin asla sahip olamayacağı bir şey değil mi bu tarih, yaşanmışlık?

Daha yazacaklarım vardı aslında ama uykuyla savaşmak yararsız görünüyor şu anda bana. Gelecek yazıda tüketim hastalığıyla mücadele ederek geçirdiğim birkaç haftamı anlatacağım. Bu meseleyle bazılarının kafasını o kadar şişirdim ki artık açamıyorum bu konuyu onlara;) O yüzden gelecek yazıda deliliklerimle sizin kafanızı şişirmeyi planlıyorum. İyi geceler, iyi sabahlar, iyi öğlenler... Hangisi işinize yarıyorsa artık...