7 Eylül 2012 Cuma

Kaybedilen Kadınların İzinde...

İki hafta önce Elif Şafak'ın suratına yapıştırdığı sahte iç bayıltıcı gülümsemesi, özenle tasarlanmış kötü bir Virginia Woolf taklidi olan saçları ve duruşuyla çektirdiği fotoğraflardan birini idefix'in ana sayfasında görünce içimi yine o bildik rahatsızlık duygusu doldurdu. Nereden bilebilirdim ki bu iç bunaltıcı popüler kültür simgesinin beni kaybedilmiş kadınlar dünyasına dair bir yazı yazmaya sürükleyen bir yola soktuğunu..



Elif Şafak'ın gül yüzünü(!) görünce aklıma birkaç yıl önce okuduğum "1980 Öncesi ve Sonrası Kadın Yazınının Karşılaştırmalı Bir İncelemesi" isimli makale geldi. Mediha Göbenli tarafından kaleme alınan makale okuduğumda epeyce dikkatimi çekmişti. Makaleye tekrar göz atma niyetiyle baktığımda bu kez daha önceki okumamda nedense pek de üzerinde durmadığım bir ayrıntı dikkatimi çekti. Makalenin ikinci paragrafında şöyle deniyordu:


"Yeni Türk kadın yazınının tarihine baktığımızda, 1950'den önce Halide Edip, Suat Derviş gibi birkaç yazarın dışında kadın yazarların azlığı dikkat çeker. Bunun nedenlerini araştırmak bu yazının kapsamı dışında kalmakla birlikte, unutulmuş/ unutturulmuş ve 1990'larda tekrar keşfedilen bir yazarı anmak istiyorum: Suat Derviş (1905-1972), Türkiye'de "toplumcu" olarak adlandırılan edebiyatın kurucularından sayılır. Ne var ki Suat Derviş'in eser­leri ve yaşamı hakkında ayrıntılı bir incelemeye -edebiyat dergilerinde yayımlanan birkaç makale dışın­da- hâlâ sahip değiliz.  Bunlar arasında Sennur Sezer, Suat Derviş'i halkı için yazan bir öncü olarak görür ve Der­viş'in Gorki'yi anımsattığını ve anlatımıyla Orhan Kemal'i etkilediği tespitinde bulunur.Suat Derviş, Cumhuriyet tarihinde ilk ka­dın gazeteci -Son Posta, Vatan, Cumhuriyetgibi tanımış gaze­telerde yazmıştır- olarak da anılır. Eşi Reşat Fuat Baraner ile birlikteNazım Hikmet, Abidin Dino, Orhan Kemal, Hasan İzettin Dinamo'nun da yer aldığı Yeni Edebiyat dergisini çıkartır."

Unutturulmuş bir yazar olarak niteleniyordu Suat Derviş, asıl adıyla Hatice Saadet Baraner. Hemen adını internette aramaya başladım ve şaşırarak gördüm ki Cumhuriyet tarihinin en önemli kadın yazarlarından olan bu kadına ait birkaç paragrafı aşan bilgiye rastlamak mümkün değil. Liz Behmoras tarafından yazılmış  "Suat Derviş Efsane Bir Kadın ve Dönemi" kitabı dışında görünürde pek kaynak yok. Peki nasıl oluyor da Avrupa'ya giden ilk kadın muhabirimiz olan, Montrö ve Lozan Konferanslarını gazeteci olarak izleyen,  İkdam gazetesinde kadın sayfası düzenleyerek bir ilke imza atan, 15 yaşında ilk kitabını ve Fransa'da yayınlanan ilk Türk romanı olan "Ankara Mahpusu"nu yazan, Hatta bu romanı Fransa'da büyük yankı uyandıran, Türkiye'deki feminist hareketin öncüsü, Devrimci Kadınlar Birliğinin kurucusu, ilk basın sendikasının beş kurucusundan biri ve ilk başkanı olan Suat Derviş'in yazdığı onlarca kitabın hiçbirinin baskısı bulunmaz bu ülkede?? (***)

Suat Derviş hakkında bir şeyler öğrenmeye çabalayıp dururken orada burada karşıma çıkan esrarlı bir kelime vardı: "unutturulmuş"... Gerçekten de Fosforlu Cevriye gibi defalarca tiyatro sahnesinde, sinema perdesinde vücut bulmuş bir karakterin yaratıcısı olan Suat Derviş'in birkaç kitabını bulmak için sahaflarda saatlerce dolaşıp durmak ve sonunda ancak iki kitabına ulaşabilmek garip değil mi sizce de?

Suat Derviş'in çocukluk arkadaşı olan Nazım Hikmet'in onun için yazdığı yazdığı şiirde dediği gibi bir türlü başını eğmeyen, tutuklanan, baskı gören bir kadın ve devrimci olduğundan mıdır Suat Derviş'in unutulması, unutturulması? TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner'le evlenen ,yaşamının sonuna kadar aşkla eşine bağlı olan ama aktarılana göre katıldığı bir söyleşide "Reşat Fuat Baraner'in eşi" olarak tanıtıldığında sert bir şekilde tepki gösterecek ve  "Ben,yazar Suat derviş'im! kimsenin karısı olarak yâd edilemem!" diyecek kadar kişilikli  bir kadındır Suat Derviş. Yaşadığı dönemde büyük saygı gören, Yeni Edebiyat Dergisi'ni çıkararak dönemine büyük etki  eden, sözü ve kendi sayılır bir kadın Suat Derviş. Peki neden şimdilerde yüzünü aydınlığa dönmüş dostlarıma bile tanıdık gelmiyor Suat Derviş ismi? Nerede Suat derviş'in yazdığı onca kitap? Kitapçıların raflarında sahte gülüşlü, pazarlamacı kılıklı yazarlardan yer kalmamış olmalı Suat Derviş'e. 

En nihayetinde Fosforlu Cevriye'yi buldum Taksim'deki sahaflar çarşısından. Bir günde, heyecanla coşkuyla okudum. Sokağın kadınlara yasaklandığı, kadın yazarların çoğunlukla iç çalkantılarını anlatmaya hapsedildiği bir ülkede hatta bir dünyada, Fosforlu Cevriye gibi güçlü bir kadın karakteri yaratan, kaybedenlerin, kaybetmiş olduğunu anlayamayacak kadar kaybetmiş olanların dünyasını bu kadar yalın, bu kadar etkileyici ve derin biçimde anlatan Suat Derviş'in önünde saygıyla eğildim son satırı bitirdiğimde. 

Yazının başlığı, Kaybedilen Kadınların İzinde... Gelecek yazıda Oktavio Paz'ın Meksika insanını anlattığı Yalnızlık Dolambacı kitabını okurken keşfettiğim bir başka unutturulan kadından,  1651-1695 yılları arasında yaşayan ve Meksika aydınlanma felsefesinin en önemli öncülerinden, bilimsel bilgiyi ve kadınların eğitimini kendini tehlikeye atmak pahasına savunan Juana Ines De La Cruz'dan diğer adıyla Rahibe Juana'dan, bahsetmeyi planlıyorum...

Unutmadan Nazım'ın kimilerine göre platonik olarak aşık olduğu Suat Derviş'e yazdığı şiiri de ekleyeyim merak edenler için:

Gölgesi 




Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;

Bir kere eğemedim bu kadının başını. 

Kaç kere sürükledi gururumu ölüme

Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.

Cevapları o kadar heyecansız ki onun
Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde dolup, çarpmadı kalbi.
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal,
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor.
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor...

Dönüyoruz yine biz bir uzun gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben.
O bana kendisini gülerek, naklediyor
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.
Ya bu kadın delidir, yahut ben çıldırmışım
Ben ki, bir çok kereler kırılmışım, kırmışım
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı;
Birden onun yüzüne haykırmak ihtiyacı
Alev, alev tutuştu yangın gibi,
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim." (Nazım Hikmet)




28 Haziran 2012 Perşembe

Akşam yazması...

Kısa kısa yazacağım bugün. Uzun süredir yazmamıştım. Sanırım artık kendimi rahat hissetmiyorum burada. Belki beni kimsenin tanımadığı bir bloga taşınmalıyım ve uçsuz bucaksız bir boşlukta yeniden yazmalıyım. Bilemiyorum karar veremedim henüz. Duygusal olarak bağlandığım, hayatımın çok önemli zamanlarını paylaştığım bu bloga veda etmek zor geliyor doğrusu. Her neyse şimdilik düşünmeyelim bunları, yazalım sadece...

İstanbul'a geleli neredeyse 10 ay oldu ve ben geçen gün çok garip bir şey fark ettim. Tam on aydır bir deniz şehrinde yaşıyorum ve henüz parmaklarımı bile dokundurmuş değilim denize. Birbirine kavuşması yasaklanmış iki aşık gibiyiz denizle. Çok garip... Deniz, İstanbul'da her yerde, öylesine yakın ve öylesine uzak. Birbirimize bakıyoruz, birbirimizi seviyoruz ama bu kadar yakınken imkansızca uzağız birbirimize. Ege'de ya da Akdeniz'de   böyle hissetmemiştim. Yüzyıllar önce hatta on yıllar önce bu kentte yaşayan insanlar, denizle aralarına bu kadar büyük duvarlar örmemişlerdir bence. İstanbul'da deniz karantina altında sanki ya da insanlar karantina altında bilemiyorum.

                                                      **********

Asimov'un Vakıf serisini okumaya başlıyorum. Geçen ayı Sabahattin Ali okuyarak geçirdim ve biraz Yusuf Atılgan ve biraz Sema Kaygusuz. Sabahattin Ali okurken yine parasızlığın bu büyük yazarı nasıl sınırladığını hissettim. İlk kez Kürk Mantolu Madonna'yı okurken hissetmiştim bunu. Kitabın iki yarısı arasında ciddi bir fark vardı kitap ve Sabahattin Ali hakkında okuduğum yazılar, bu hissin temelsiz olmadığını göstermişti. Tefrika olarak basılan eser karşılığında para alamamak gibi sorunlar ve gazete yönetimiyle yaşadığı  gerilimler, Sabahattin Ali'nin kitabı biraz çabuk sonuca bağlamasına neden olmuştu. Nitekim Kuyucaklı Yusuf da benzer bir kaderi paylaşmış. 

Sabahattin Ali, belki de kaldırabileceğinden çok daha fazla politik yükü sırtlanmak zorunda kalmış bir yazar. Gencecikken daha 41 yaşında öldürülen Sabahattin Ali bence sadece Duvar ve Kamyon öykülerini yazmış olsaydı dahi bu onu büyük bir yazar yapmak için yeter de artardı. Elbette bu benim fikrim.  Hayata bu kadar bağlı, yaşamak, sadece insan gibi yaşamak, gökyüzünü içine çekerek denizi koklayarak yaşamak arzusunda olan ve yazdığı her satıra bu arzuyu işleyen bu harika yazarın katledilmesinin üzerinden 64 yıl geçti ve insanlık hala kör kuyulara atıyor sadece "insanca" yaşamak arzusunda olanları...

                                                   **********


Bugün yetişkin olmanın en zor yanının tiksindiğiniz insanlarla medeni ilişkiler kurmak zorunda olmanız olduğunu düşündüm. Bu arada gerçekten tiksinilecek türden insanlar var bu dünyada. Ben belki şanslıydım bugüne kadar epeyce seçilmiş bir çevrede yaşama şansı edindim. Çoğunlukla kendi seçtiğim insanlarla...O yüzden bazen şaşkınlık hali bu garip insansılara nasıl davranmam gerektiği konusunda duraksamama neden oluyor. Bazı anlarda o kadar bunalıyorum o kadar midem bulanıyor ki Hemera gelip mavi balonuyla beni gökyüzüne alsın istiyorum. Clementine'le sıkışırdık balona zaten ufak tefek bir kız Clementine sorun olmazdı bence.


                                                    **********

Birileri yine savaş istiyor. Sanırım insanlık tükenene kadar birileri hep savaş isteyecek. Doymayacaklar... Hiç doymayacaklar... Ama biliyorum ki birileri savaş isterken onların karşısına dikilip "Hayır Savaş istemiyoruz" diyen birileri de her zaman olacak. Az ya da çok her zaman olacaklar...Ve unutmamak gerekir ki dünyanın bütün karanlığı, tek bir mum ışığıyla bile baş edemeyecek kadar acizdir aslında.

Akşam yazması bu kadar... Yine yazarım.. Belki...


10 Mayıs 2012 Perşembe

Evlilik




        En yakın iki arkadaşımın iki hafta arayla evlenmesi, ister istemez beni biraz tedirgin edici bir alanda gezinmeye zorladı: "Evlilik" ... Özellikle iş yerinde beni biraz bunaltmaya başlayan "darısı başına", "sıra sende artık" vs. vs. temennilerinin beni neden rahatsız ettiğini kurcalamak zorunda hissettim kendimi. Beni rahatsız eden bu temenninin kendisi olabilir mi? Sanırım hayır... Sonuçta aslında iyi niyetle söylenmiş bir dilek olarak kabul edilebilir, en azından genelllikle iyi niyetle.... Beni asıl rahatsız eden şey daha çok bu temenninin yanında taşıdığı ruh hali ve bu mevzu aslında sadece evlilikle de ilgili değil. 

Benim itirazım, evlilik konusunda ve daha birçok konuda etrafınızı saran kabul görmüş çoğunluk baskınlığına ve havada gezinen ruh haline ilişkin. İnsanların, kendilerince doğru buldukları yaşam tarzını savunmaları doğal karşılanabilir elbette benim bahsettiğim ruh hali, insanların kendilerinden farklı tercihlerin varlığıyla karşılaştıklarında duydukları şaşkınlık hali. İşte bu, yani farklı tercihlerin ve yaşam algılayışlarını doğal karşılayamayacak kadar  insanın etrafının kendiyle çevrili olması tedirgin edici.  İşte o şaşkınlık hali, yüzdeki o hayret ifadesi, işte o gerçekten korkulması gereken bir şey. 

İnsanların, dünyada çeşit çeşit, farklı farklı yaşam algılayışları ve tercihleri olabileceğinden bu kadar habersiz olmaları çok korkutucu geliyor bana. Hayatın sınırsız yaşama şekli olduğundan bu denli habersiz olmak, bir şekilde haberdar olunduğunda da bu tercihe arızi bir durum, hastalıklı bir hücre gözüyle bakmak taassubun başladığı nokta oluyor.  Farklı anlayışları, inançları, yaşam tarzlarını, tercihleri;  görmemek, görmezden gelmek ve yok saymak toplumsal şiddetin bir türü olarak ortaya çıkıyor. Farklı olanı görmemeyi seçmek, kendi yaşam tarzını mümkün tek yaşam biçimi olarak "bilmek" belki biraz da insanların kendilerini korumak ve güvende hissetmek için bilinçsiz olarak seçtikleri bir yol. Bu satırları yazarken birden Revolutionary Road filmi geldi aklıma. Toplumun ideal yaşam kalıplarında güvenle ama mutsuz biçimde yaşamlarını sürdüren bir çift.. Çift, bu güvenli ama mutsuz çemberden çıkmaya ve farklı bir yaşama yola çıkmaya kalktığında aynı ideal görünümlü yaşamı paylaşan komşularının, yakın dostlarının duydukları rahatsızlık ve çiftin çemberden kurtuluş çabaları felaketle sonuçlandığında da geride kalanların duyduğu vahşi iç huzuru... 

Gelelim tekrar evlilik konusuna... Sonuç olarak beni rahatsız eden, insanların birbirleri için evlilik dilemeleri değil, bunu zorunlu ve kaçınılmaz bir aşama olarak görmeleri, hatta yaşamda başarının ölçütlerinden biri haline getirmeleri. Tedirgin eden şey; insanların, başka türlü bir yaşamın var olabileceğini tahayyül dahi edememeleri ve herkesin içten içe evlenmeyi ya da iyi bir araba sahibi olmayı ya da çok zengin olmayı ya da çeşitlendirilebilir bir sürü genel geçer isteği içinde taşıdığına, bunlara ulaşmayı gizli gizli arzuladığına gerçekten inanmaları... Oysa insanlar öncelikle mutluluk dilemeliler birbirlerine ve bilmeliler ki o mutluluğa erişmenin farklı farklı yolları olabilir. Kimi için evlilik ya da müreffeh bir hayat o mutluluğa götüren yoldur kimi, mutluluğu başka başka yollardan geçerek arayabilir. 


      Bu yazının konusu, evliliğin iyiliği kötülüğünden ziyade toplumdaki korkutucu dar görüşlülük hali.  Nitekim insanın iç huzuruyla yaptığı her seçim ki buna evlenmek de dahil insana büyük ihtimalle mutluluk getirecektir. "Konu aslında evlilik değil" desem de evlilik etrafında dönüp durdum o zaman yazının sonuna bir Halil Cibran şiirini eklemeden edemeyeceğim. Böylece dünyada kafayı medeni halini değiştirmeye takmaktan daha önemli olan şeyin, evlendikten sonra ya da evlenmeden hayatı paylaşmanın, mutlu olmanın, bir insanı severken özgür kalabilmenin ve onu özgür bırakabilmenin yollarını aramak olduğunu gören akıllı insanlar olduğunu görüp rahatlayalım... Son olarak yeni evli tatlı ve akıllı arkadaşlarıma da mutluluklar dileyelim ;)

Evlilik
Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız,
Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız,
Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız,
Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun,
Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda,
Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın,
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi
Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin,
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın,
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın,
Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır,
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın,
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan,
Hep yanyana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın,
Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır,
Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez....

Halil Cibran

15 Nisan 2012 Pazar

Muharrem'i anlamak...

Cuma günü Zeki Demirkubuz'un yeni filmini, "Yeraltı" nı izledik arkadaşlarla. Filmden çıktığımda aklım karışıktı filmi sevip sevmediğim konusunda karar veremedim bir türlü. Filmin insanın içinde sıkıntı yaratan halinin, biraz da uyarlandığı "Yeraltı'ndan Notlar"ın atmosferinin izi olduğunu düşünmüştüm.

"Yeraltı" hakkında yazılan eleştirilerde de ortak bir yönelim yok gibi. İtiraf etmem gerekir ki filmi kararsızlığımla birlikte aklımın bir köşesine paketleyip koymaktı asıl niyetim ama filmi izlememin üzerinden iki gün geçtikten sonra fark ettim ki "Yeraltı", öyle izleyip kenara koyabileceğiniz bir film değil, zihninizin köşesine uslu uslu çekilmeyi kabul edecek kadar evcilleşmiş bir film değil "Yeraltı". Bir şekilde varlığını hissettiriyor ve sizi kendisi hakkında bir karar vermeye zorluyor ve belki de onu iyi bir film yapan şey bu.

Film, siz sinemadan çıktıktan sonra beyninizde mayalanmaya devam ediyor ve kıvamını zamanla alıyor. Filmden çıktığımda filmin travmatik bir deneyim olduğunu düşünmüştüm ve şimdi fena halde tekrar izleme isteği duyuyorum. Sanırım filmin ana karakteri Muharrem'in sürekli içine çekildiğini hissettiği bataklık, yakaladığı izleyiciyi de rahat bırakmıyor ve içine doğru çekmeye başlıyor. Herkesin kendi bataklığını acı şekilde hatırlatıyor ve kuruduğu sanılan bataklıkların aslında her zaman orada bir yerlerde olduğu gerçeğini çarpıyor suratınıza. Mesela ben filmi izlerken aniden çocukluğumun karanlık sularına gömdüğüm bir anı canlandı. Muharrem'in hissettiği, insanın yüzünü buruşturan acı tat, yanında bir tebessümle birlikte damağıma yapıştı. Muharrem'i anlamanın tarifi zor, zevk verici ama aynı zamanda rahatsız edici tadı...

7 Nisan 2012 Cumartesi

f


Facebook'ta ve benzeri sanal sosyal ortamlarda beni rahatsız eden bir şeyler var. Doğrusu tarif edemiyorum ya da tanımlayamıyorum rahatsız eden şeyi. En azından "tam" olarak tanımlayamıyorum, yarım yamalak işte... Sanırım bu "sosyal izlenim yaratım süreci" rahatsız ediyor beni. Yani suni popülarite yaratım ve bu suni popülariteyi gerçek hayattaki bir popülariteye tahvil etmeye çalışma süreci. Oysa kasmaya ne gerek var. Mesela ben hemen açıklayayım rahatlayayım, iyi dostlarım tek bir elin parmaklarını geçmez, ama tanımaktan mutlu olduğum insanların sayısı hiç de az değil yine de iyi dost ender bulunur bence... Birkaç yılda bir ya da ihtiyaç doğduğunda sosyal bahar temizliği yaparım, nitekim sadelik iyidir. Tanıştığım herkes beni sevse tapsa iyi olurdu ama beni gerçekten seven kişilerin sayısı henüz ilkokula gitmeyen yeğenimin sayamayacağı kadar çok değildir bence.

Ayrıca her zaman süper eğlenceli, esprili sosyal bir insan da değilim. Eğlenceden eğlenceye koştuğum bir hayatım da yok. Alemlerin aranan insanı değilim hiç de olmadım zaten. Her zaman mutlu ya da özgüvenli değilim, organik bahçede yetişmiş gibi doğal davranamıyorum da. Sabah akşam adrenalin sporu da yapmıyorum, etkinlikten etkinliğe de koşamam nitekim azıcık üşengecim. Bazen çok okurum bazen elimi kitaba sürmem sabahlara kadar entelektüel uğraşlar içinde değilim yani. Sevmediğim insanlara sıcak davranmam, çoğunlukla görüşmekten kaçınırım. Birine "seni özledim" diyorsam gerçekten özlemişimdir. Bence az sayıda insanla istikrarlı ve derin ilişki kurabilme yeteneğim var sayı çoğaldıkça insanlarla ilişki yürütebilmek konusunda hiç de başarılı değilim. Başıma bir şey gelse yanımda sonuna kadar kalan üç beş kişi olur bence ama öyle yırtınan gerçekten yanımda olacak bir kalabalık da bulacağımı sanmam. Evet, korkunç itiraflarımdan sonra sanal alemde popülaritem düştü mü yoksa???? Öyleyse bu gece bu korkunç olayı yastığımı gözyaşlarımla ıslatarak mühürleyeceğim... İnanmıyor musunuz?? Vallahi yapacağım ;)

3 Nisan 2012 Salı

Bir "an" ve kelimeler...

Bir keresinde arkadaşlarla sinema ve edebiyat üzerine bir tartışma yaptığımızı, hayatı görüntülerle anlatmanın tartışılmaz üstünlüğünü savunan arkadaşıma karşı edebiyatın ve kelimelerin insanın başını döndüren büyüsünün ve zihnimizin sınırları belirlenemeyecek ölçüde geniş canlandırma gücünün yanında yer aldığımı hatırlıyorum. O zaman da kelimelerin gücüne inancım ve hayranlığım en az bugünkü kadar büyüktü. Tartışma sırasında "Issız bir adaya gönderilsem ve yanıma sadece bir sanat dalı alabileceğim söylense ben edebiyatı seçerim" dediğimi hatırlıyorum, elbette bu seçimin biraz da kişisel zevklere bağlı olduğunu kabul ederek... Evet, kelimelerin gücüne inanıyorum ama bugün yaşadığım bir an bu inancımın sarsılmasına neden oldu. Sadece birkaç saniye... Sadece bir an...

O anı kelimelere dökmek bana öyle zor hatta imkansız göründü ki... Belki bir film içinde bile yaşadığım andaki anlamını bulamazdı o "an". Yine de o birkaç saniyeyi anlatmayı deneyeceğim size. Kelimelerin kifayetli olmasını dileyerek...

"Yer, İstanbul Gaziosmanpaşa... Ara sokaklardan caddelere zikzaklar çizerek adliyeye doğru ilerleyen taksinin içinde sokakları ve insanları izleyen bir kadın... Radyoda hamileyken kendisini aldatan kocası için uygun bir şarkı isteyen biri... Kadın camdan dışarı bakmaya devam ediyor birden o adamı görüyor. Saçı başı birbirinde, yüzü kirden kapkara olan kırk yaşlarında bir evsiz, muhtemelen bir şarapçı... Caddeye bakan dükkanlardan birine sırtını dayamış... Dükkan boş olmalı, camları pislik içinde.. Adam öylece dururken yavaşça cama dönüyor ve ağır ağır cama yapışmış toz birikintisinin üzerine parmağıyla bir şey çiziyor. Üstü başı pislik içinde, hırpani kılıklı, tenha bir sokakta karşınıza çıktığında tedirgin olup yolunuzu değiştireceğiniz bu adam o pis cama parmağıyla bir KALP çiziyor... Kadın yüzünü cama yapıştırıp hızla uzaklaşan taksiye rağmen daha fazla şey görmeye çalışıyor ama çabalamak yararsız. Adam gözden kayboluyor ve kadın, bu birkaç saniyeyi ve o adamı yaşamı boyunca hatırlayacağını hissediyor."

22 Mart 2012 Perşembe

İstanbul'da bahar...

İstanbul'da Bahar...İstanbul'da Aşk... Mektuplarınız gecikiyorsa hemen kızmayın gecikmenin romantik bir nedeni olabilir bence ;)
Mart 2012 Fındıklı sahili...




16 Mart 2012 Cuma

Tedirgin bekleyiş

Hastayım, en azından iyileşmekte olan bir hastayım diyeyim.. Tam da masamda yapılmayı bekleyen işler birikmişken hasta olmak hiç de adaletli sayılmaz, işe gitmek istediğiniz bir zamanda işe gidememek o kadar da hoş değil.

Ev de dağıldı iyice. İlk taşındığım günlerde gösterdiğim özenin ne zaman ortadan kalkacağını merak ediyordum. Tahmin ettiğim gibi üç ay sonra asla hamaratlığıyla ve ev işlerindeki mükemmel başarısıyla övünemeyecek bir insan olduğum gerçeği su yüzüne çıkmış oldu. Ama temizlikte ve yemekte son derece hızlı olduğum bir gerçek. Bu da annemin şehir dışı seferlerinin dönüşünde savaş yerine dönmüş bir evi yaklaşık dört saatte misafir kabul edebilecek hale getirmek ve bu arada üç çeşit yemek hazırlamak konusunda yaptığım çalışmalarım sonucunda geliştirdiğim bir beceri. Gerçi zamanla yarışıyor olmanın yükselttiği adrenalinin eşliğinde kazanılan bu becerinin bedeli yorgunluktan titreyen eller ve bacaklar oluyordu ama olsun mühim olan ipi göğüslemek.

Sanırım bir "ev hanımı" olarak yetiştirilmemiş olsam da tek başına ayakta kalabilecek özelliklere sahip olarak yetişmiş olduğum söylenebilir. İnsanın annesi o kadar yoğun çalışınca kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmekten başka çaresi kalmıyor. Ağabeyimin olağanüstü yaratıcılığının da bunda etkisi vardır sanırım. Küçükken evi temizlemek gerektiğinde bir kağıdın üzerine evin planını çizer, toplanıp temizlenecek her bir nesneyi numaralandırır ve onları numaralarına göre paylaştırırdı. Sonra saatlerimizi ayarlayıp en kısa sürede evi temizleme oyunu oynardık. Çocukluğumla ilgili her anımda abimle ilgili anlatacak eğlenceli bir şeyler buluyorum ve eski günleri özlüyorum biraz.

Son günlerde "kaybetme korkusu" aklımı karıştırıyor. İnsanları sevebilmenin ve bağlanmanın aynı anda nasıl doğanın bir hediyesi ve laneti olabildiğine şaşırıyorum. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren nasıl sevmeyi öğrendiğimizi sonra bütün hayatımızı sevdiğimiz insanları kaybetmekten korkarak yaşadığımızı düşünüyorum. Her mutlu anın içine sinmiş güçlü bir kaybetme korkusu... Derinde gizlense bile orada olduğunu bildiğiniz büyük bir korku.. Bir gün ayrılacağını bilmenin ürkütücü acı tadı. Reddedilen kaçınılmaz bir son. Çocukluğun en güzel kısmı ve bence tek güzel kısmı henüz bu korkunun benliğimizin hakimiyetini tamamen ele geçirememiş olması. Çocukken ölümün yıldızlar kadar uzak, henüz somutlaşamamış soyut bir kelimeden ibaret oluşu... İnsanların sadece filmlerde ölüyor olduklarını düşünmenin güzelliği... Oysa yetişkin olduğunuzda doğanın hain bir oyununun içinde olduğunuzu görüyorsunuz, önce sizi insanları sevmeye onlara bağlanmaya zorlayan sonra da ömrünüz boyunca onları sizden almakla tehdit eden ve tedirgin bir bekleyişe mahkum eden doğanın hain bir oyunu. Evrenin içinde o kadar küçük, sıradan ve savunmasızız ki...

8 Mart 2012 Perşembe

Acayiplikler

Bazen kendimi başka bir gezegenden gelmiş gibi hissediyorum. Bana bu kadar acayip ve hastalıklı gelen düşüncelerin çoğu insan için bu kadar normal olması ilginç ama yalnız olmadığımı biliyorum benim gibi çok sayıda insan var. Şaşkın, uyumsuz çoğu zaman kızgın insanlar... Neyse şu sıralar aklımda şunlar geziniyor:

1- İnsanların yaşlılıktan bu kadar korkmaları çok acayip. Yani gerçekte acayip değil elbette bunun kapitalizmin sömürüp yeni bir biçime soktuğu doğal nedenleri var ama yine de insanların bu deforme olmuş düşünce biçimini bu kadar özümsemiş olmaları acayip. Yüzümüzde çizgiler olması neden dehşet uyandıran bir şey. Doğadaki canlıların büyük kısmı gibi doğan büyüyen ve yaşlanan insanın yaşlanma kısmını kabullenmesi neden bu kadar zor? 90 yaşında porselen gibi bir ciltle yaratık gibi dolaşmak gerçekten bir kadının en muhteşem rüyası olabilir mi?

Elbette insanın kendine bakması güzel şey, olduğundan daha yaşlı görünmek de hoş olmayabilir, insanın kendini aynada yaşıtlarından daha yıpranmış görmesi moral bozucu olabilir. Kozmetikten de yardım alınabilir insanlar binlerce yıldır alıyor bu yardımı. Ancak bu kadar abartmak niye? Zamanı durdurmak her zaman güzel bir şey olmayabilir. Aşağıda Rita Hayworth'un iki fotoğrafı var biri gençliğine diğeri yaşlılığına ait ve yemin ederim yüzündeki saygıdeğer kırışıklıklarla yaşlı Rita "en az" genç Rita kadar güzel, hatta bana çok daha güzel geliyor, derin, anlamlı...
















2- Yine piyasa koşullarının yarattığı hastalıklı bir düşünce daha: "Yeni her zaman daha iyidir." Hayır, değildir kardeşim. İstanbul'da yaşayıp "yeni"ye tapınmayı nasıl başarıyor bu insanlar anlamıyorum. İstiklal Caddesi'nde geziniyorum her adımımda bastığım yere benden yüzyıl önce basan, girdiğim binaya benden yüz yıl önce giren insanları düşünüyorum. Balat'tan geçerken, Bizans'ın surlarına bakarken kalp atışlarım hızlanıyor. Milyar dolarlar değerinde bir alış-veriş merkezinin asla sahip olamayacağı bir şey değil mi bu tarih, yaşanmışlık?

Daha yazacaklarım vardı aslında ama uykuyla savaşmak yararsız görünüyor şu anda bana. Gelecek yazıda tüketim hastalığıyla mücadele ederek geçirdiğim birkaç haftamı anlatacağım. Bu meseleyle bazılarının kafasını o kadar şişirdim ki artık açamıyorum bu konuyu onlara;) O yüzden gelecek yazıda deliliklerimle sizin kafanızı şişirmeyi planlıyorum. İyi geceler, iyi sabahlar, iyi öğlenler... Hangisi işinize yarıyorsa artık...

8 Ocak 2012 Pazar

pazar sabahı...

İstanbul yağmurlu... Pazar rehaveti sarmışken ruhumu, uzandığım yerden gökyüzünden onca yolu aşarak benim camıma kavuşmayı seçen yağmur damlalarını izliyorum. Karşı apartmandaki, çamaşırları toplamayı unutmuş. İstanbul'a geldiğimden beri kim bilir kaçıncı kez "Bu haftasonu kar gelecekmiş" cümlesiyle kapattığım haftanın sonunda yine kar falan gelmedi. Oysa Ankara'da kar gelecekse hiç sektirmez, geliverir. 

Geçen hafta Eminönü'nde Feriköy otobüsüne gelinlikle binen birini gördüm. İşte o an kesin kararımı verdim: Seviyorum İstanbul'u... Kalbimi hızlandırıyor bu şehir..  Her sabah otobüsle işe gelirken Haliç'in üstünde tek sıra halinde uçan binlerce kuş görme ihtimalini, Balat'tan geçerken apartman camına yapıştırılmış "Evime Dokunma" yazısını, gizemli metruk apartmanları, güneşli günlerde sevilen biriyle buluşmak için vapurla karşı kıyıya geçmeyi, asansörde birinin çalan cep telefonunda "Enternasyonal" duymanın mümkün oluşunu,  markette insanların sohbet edebiliyor olmasını ve daha bir sürü şeyi seviyorum bu şehirde..

Bu sabah kendimi mutlu hissediyorum... "Mutluyum"... Bu kelimeyi her söylediğimde hayatın gözümüzü nasıl da korkuttuğunu görüp şaşırıyorum. İçten içe bu kadar kolay olmaması gerektiğine, bu iç huzurunun gelecek bir felakete haberci olabileceğine dair boş inançların nasıl içimize işlediğini görüp şaşırıyorum. Hayat, tebaasına sıkça kötü davranan hoyrat bir efendi gibi...Şefkati şüphe, endişe ve tetikte olma isteği uyandırıyor.. Yine de bütün bu karmaşık duygular, bunun güzel bir pazar sabahı olduğu gerçeğini değiştirmiyor neyse ki...