19 Aralık 2009 Cumartesi

Ahir ömürde Avatar izlemek...

Avatar'ı izledik Cuma günü. Doğrusu ben sinemada açılan bir çığır göremedim. O çığır, ben üç boyutlu görüntü için verilen gözlüklerden dolayı kan çanağına dönmüş gözlerimi ovuştururken açıldı da o yüzden kaçırdıysam başka tabii.

Sonuç olarak arada bir Amerika'nın Irak işgaline gönderme yapılması itibariyle iyi niyetli olabileceği düşünülse de her zamanki gibi seçilmiş Amerikalı üstün kişinin çaresiz yerli halkı kurtardığı sıradan bir filmden öteye geçememiş Avatar. Kısacası "Mazlumların Amerikalılardan kurtulması gerekiyorsa onu da ancak bir Amerikalı yapabilir" diyor film. Bir zamanlar Nevzat Tandoğan'ın "Memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz" demesi gibi.

Filmde benzer Hollywood filmlerinde rastlanan klişelerin tamamı mevcut, her zamanki gibi bütün mahlukat, gezegenin yerlilerine değil de nedense bizim yankiye biat ediyor. Ayrıca satır aralarında savaşın bütün sorumluluğunu kendinden psikopat bir komutana yükleyen filmde, gezegenin doğal kaynaklarını sömüren kapitalistler başta olmak üzere herkes temize çıkıyor. Yaşanan katliamın sorumlusu kim peki?: Kafayı sıyırmış bir komutan!! O da temyiz gücüne sahip olmadığına göre sorumlu kim? Sorumlu yok!!

Filmin teknik gelişmişliğine gelince... Elbette sinemada yeni tekniklerin kullanılması güzel bir şey, uzun zaman uğraştıkları belli oluyor. Ama 400 milyon dolar harcanarak dizayn edilen robot askerin parmaklarının olması, robotun içindeki kullanıcının arkayı görmesi için düşünülebilen en ileri teknolojinin bir kamyon dikiz aynası olması, ayrıca robotun son sahnede belinden bir rambo bıçağı çıkararak saldırıya geçmesi pek ilginçti. Başka dünyaları işgal edecek, o dünyada yaşayanların bedenlerini laboratuvarda oluşturup zihinsel olarak kontrol edecek teknoloji var ama robot belinde rambo bıçağıyla geziyor. Müthiş doğrusu...

13 Aralık 2009 Pazar

Panait Istrati


Romen yazar Panait Istrati'nin(1884-1935) Akdeniz isimli kitabı elimde ve aşağıdaki satırları okuyunca onu da "dünyada sevilecek insanlar" listeme yerleştiriyorum hemen:

Akdeniz- Oda Yayınları (Türkçesi- E. Murat Cengiz)- sayfa 18:

"Kuşkusuz, bütün bu yeni tıraşlı ve güzel yolluklar giymiş beyler, beyazın baskın olduğu ve arada, bir kırmızının, bir mavinin, bir yeşilin göz alıcı bir güneş altında çiğ renkleriyle yüreğe işlediği ipek giyitler içinde gönül çeken bütün bu güzel kadınlar; sonra martı kümelerince izlenen ve denizin sonsuzluğu içinde yitmiş gemimizi saran masal havası... Evet, bütün bunlar beni hayran bırakıyor. Güzeli, kadını, yoğun hayatı seviyorum. Bu insanları ve mutluluklarını kıskanmıyorum, ama benim ilintili olduğum dünyayla, onun yoksulluğunun bir yaşama örneği olması gerektiğini de söylemiyorum. Yeğleme hakkım olsaydı, refahı yoksulluğa yeğlerdim.

Ama yine de bugün dünyanın neredeyse her yanında egemenlik sürüp, bir azınlığın mutluluğu için tek koşul olan korkunç yoksulluğun göbeğinde görkemli bir hayatın mutluluğu olabileceğine aklım yatmıyor. Eğer rahat bir hayata kavuşmam sadece bu şartla mümkün olacaksa, kendi yoksulluğumu yeğlerim. Başkalarının yıkımı yanında, bana üzerinde mutluluk sunacakları altın tepsiyi hemen yere fırlatırım. Benim hayat görüşüm bu açıkçası. Eğer bir gün bu konudaki yargım değişecek olursa, o zaman ben aşağılık bir adam olurum. O zaman bana hain desinler ve boynuma ilmiği geçirsinler.

Görüldüğü gibi benimki toplumsal bir kuram değil, onur duygusu. Birincisi bireysel mutluluğa el verir, ikincisi, hayır! Asla. Ruhu incitir bu. Eh, nihayet, dürüst olmanın, vicdanı her türlü yalandan arındırmış olmanın yüz çeşidi yok ya! Ah, her önüne gelenin gözlerinin içine bakarak şöyle diyebilmek ona: Sana tek kuruş borcum yok! Çekil git, benim utanmaz kardeşim! Ha masadaki şu kara ekmekte gözün varsa, al! Ama gönlüme dokunma!"

2 Aralık 2009 Çarşamba

Küçük Prensi Buldum


Başlığı öylesine atmadım, gerçekten Küçük Prens'in izini buldum hem de en umulmadık ama en mümkün yerde: Ankara'da Roma Hamamı'nda. Tabii ya daha önceden düşünmeliydim. İz bırakacak en akıllıca yer Ankara'da neredeyse bir Allah'ın kulunun gitmediği koruma altındaki bir ören yeri olabilirdi zaten. İnanmıyorsunuz değil mi? Ya da kelime oyunu yaptığımı düşünüyorsunuz. Bunu da düşündüm ve kanıtımı da getirdim yanımda.

Birkaç hafta önce Özhan'la Roma Hamamı'na gitmiştik, ören yerini dolaşırken başımı çevirdim ve onu gördüm, orada öylece bana bakıyordu. Şaşkınlıkla yanına yaklaştım, gerçekten oydu. Küçük Prens, giderken bir iz bırakmıştı, antik bir mezar taşının üzerine hem de. Ne kadar akıllıca ve anlamlı değil mi. İşte yandaki fotoğrafı orada çektim. Küçük Prensi ve boynunda solda uçuşan atkısını görüyorsunuz değil mi?Tıpkı yanda Antoine de Saint- Exupery'nin çizdiği gibi..














Küçük Prens, benim ilk okuduğum kitaptı. Ya da hatırladığım ilk kitap diyelim. Hala duygulanırım okudukça, geçen yaz yeğenime her gece yatmadan bir bölümünü okumuştum. Hikaye bittiğinde yine bir iki damla gözyaşıyla veda ettim Küçük Prens'e.

Şimdi uzun bir yazı olmasını göze alarak aşağıya Küçük Prens'in en sevdiğim bölümlerinden birini ekleyeceğim. Vaktiniz çok mu değerli, sonuna kadar okumayacak mısınız? Bir daha düşünün bence Küçük Prens'ten bir parça okumaktan çok daha önemli olan bir iş gerçekten çok önemli olmalı, öyle eften püften bir şey için vazgeçiyorsanız Küçük Prens'ten, hayatınız üzerine bir kez daha düşünmelisiniz belki de... Küçük Prens Tilki'yle karşılaşır: 21. Bölüm:

İşte o sırada bir tilki çıkıverdi ortaya.
“Günaydın” dedi tilki.
“Günaydın” dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi.
“Buradayım! Elma ağacının altında.”
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”

“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öylemutsuzum ki” dedi küçük prens.

“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,”

dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi

tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
“Bağ kurmak mı?”


“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni.

Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.
Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.
“Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi.
“Elbette” dedi küçük prens. “Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.”
“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”
“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”
Ertesi gün küçük prens yine geldi.
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.

Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.
“Gelenek nedir?”
“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.

Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.

“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim.
“Doğru, haklısın” dedi tilki.
“Ama ağlayacağını söyledin!”
“Evet, öyle.”
“O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.”
“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde, sana hediye olarak bir sır vereceğim.”
Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.
“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara. “Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”
Güller bu duyduklarına çok bozuldular.
“Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”
Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.
“Elveda” dedi.
“Elveda” dedi tilki de. “Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”
“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi küçük prens.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.

Bu bölümü bitirdiğimizde, ablam odaya girdi ve o zaman sekiz yaşında olan yeğenime Berdan'a iyi geceler demek için sarıldı, öptü. Berdan, şöyle dedi annesine: "Anneciğim sen beni evcilleştirdin sanırım, öyle değil mi?" Öyleydi gerçekten. OP