15 Nisan 2012 Pazar

Muharrem'i anlamak...

Cuma günü Zeki Demirkubuz'un yeni filmini, "Yeraltı" nı izledik arkadaşlarla. Filmden çıktığımda aklım karışıktı filmi sevip sevmediğim konusunda karar veremedim bir türlü. Filmin insanın içinde sıkıntı yaratan halinin, biraz da uyarlandığı "Yeraltı'ndan Notlar"ın atmosferinin izi olduğunu düşünmüştüm.

"Yeraltı" hakkında yazılan eleştirilerde de ortak bir yönelim yok gibi. İtiraf etmem gerekir ki filmi kararsızlığımla birlikte aklımın bir köşesine paketleyip koymaktı asıl niyetim ama filmi izlememin üzerinden iki gün geçtikten sonra fark ettim ki "Yeraltı", öyle izleyip kenara koyabileceğiniz bir film değil, zihninizin köşesine uslu uslu çekilmeyi kabul edecek kadar evcilleşmiş bir film değil "Yeraltı". Bir şekilde varlığını hissettiriyor ve sizi kendisi hakkında bir karar vermeye zorluyor ve belki de onu iyi bir film yapan şey bu.

Film, siz sinemadan çıktıktan sonra beyninizde mayalanmaya devam ediyor ve kıvamını zamanla alıyor. Filmden çıktığımda filmin travmatik bir deneyim olduğunu düşünmüştüm ve şimdi fena halde tekrar izleme isteği duyuyorum. Sanırım filmin ana karakteri Muharrem'in sürekli içine çekildiğini hissettiği bataklık, yakaladığı izleyiciyi de rahat bırakmıyor ve içine doğru çekmeye başlıyor. Herkesin kendi bataklığını acı şekilde hatırlatıyor ve kuruduğu sanılan bataklıkların aslında her zaman orada bir yerlerde olduğu gerçeğini çarpıyor suratınıza. Mesela ben filmi izlerken aniden çocukluğumun karanlık sularına gömdüğüm bir anı canlandı. Muharrem'in hissettiği, insanın yüzünü buruşturan acı tat, yanında bir tebessümle birlikte damağıma yapıştı. Muharrem'i anlamanın tarifi zor, zevk verici ama aynı zamanda rahatsız edici tadı...

7 Nisan 2012 Cumartesi

f


Facebook'ta ve benzeri sanal sosyal ortamlarda beni rahatsız eden bir şeyler var. Doğrusu tarif edemiyorum ya da tanımlayamıyorum rahatsız eden şeyi. En azından "tam" olarak tanımlayamıyorum, yarım yamalak işte... Sanırım bu "sosyal izlenim yaratım süreci" rahatsız ediyor beni. Yani suni popülarite yaratım ve bu suni popülariteyi gerçek hayattaki bir popülariteye tahvil etmeye çalışma süreci. Oysa kasmaya ne gerek var. Mesela ben hemen açıklayayım rahatlayayım, iyi dostlarım tek bir elin parmaklarını geçmez, ama tanımaktan mutlu olduğum insanların sayısı hiç de az değil yine de iyi dost ender bulunur bence... Birkaç yılda bir ya da ihtiyaç doğduğunda sosyal bahar temizliği yaparım, nitekim sadelik iyidir. Tanıştığım herkes beni sevse tapsa iyi olurdu ama beni gerçekten seven kişilerin sayısı henüz ilkokula gitmeyen yeğenimin sayamayacağı kadar çok değildir bence.

Ayrıca her zaman süper eğlenceli, esprili sosyal bir insan da değilim. Eğlenceden eğlenceye koştuğum bir hayatım da yok. Alemlerin aranan insanı değilim hiç de olmadım zaten. Her zaman mutlu ya da özgüvenli değilim, organik bahçede yetişmiş gibi doğal davranamıyorum da. Sabah akşam adrenalin sporu da yapmıyorum, etkinlikten etkinliğe de koşamam nitekim azıcık üşengecim. Bazen çok okurum bazen elimi kitaba sürmem sabahlara kadar entelektüel uğraşlar içinde değilim yani. Sevmediğim insanlara sıcak davranmam, çoğunlukla görüşmekten kaçınırım. Birine "seni özledim" diyorsam gerçekten özlemişimdir. Bence az sayıda insanla istikrarlı ve derin ilişki kurabilme yeteneğim var sayı çoğaldıkça insanlarla ilişki yürütebilmek konusunda hiç de başarılı değilim. Başıma bir şey gelse yanımda sonuna kadar kalan üç beş kişi olur bence ama öyle yırtınan gerçekten yanımda olacak bir kalabalık da bulacağımı sanmam. Evet, korkunç itiraflarımdan sonra sanal alemde popülaritem düştü mü yoksa???? Öyleyse bu gece bu korkunç olayı yastığımı gözyaşlarımla ıslatarak mühürleyeceğim... İnanmıyor musunuz?? Vallahi yapacağım ;)

3 Nisan 2012 Salı

Bir "an" ve kelimeler...

Bir keresinde arkadaşlarla sinema ve edebiyat üzerine bir tartışma yaptığımızı, hayatı görüntülerle anlatmanın tartışılmaz üstünlüğünü savunan arkadaşıma karşı edebiyatın ve kelimelerin insanın başını döndüren büyüsünün ve zihnimizin sınırları belirlenemeyecek ölçüde geniş canlandırma gücünün yanında yer aldığımı hatırlıyorum. O zaman da kelimelerin gücüne inancım ve hayranlığım en az bugünkü kadar büyüktü. Tartışma sırasında "Issız bir adaya gönderilsem ve yanıma sadece bir sanat dalı alabileceğim söylense ben edebiyatı seçerim" dediğimi hatırlıyorum, elbette bu seçimin biraz da kişisel zevklere bağlı olduğunu kabul ederek... Evet, kelimelerin gücüne inanıyorum ama bugün yaşadığım bir an bu inancımın sarsılmasına neden oldu. Sadece birkaç saniye... Sadece bir an...

O anı kelimelere dökmek bana öyle zor hatta imkansız göründü ki... Belki bir film içinde bile yaşadığım andaki anlamını bulamazdı o "an". Yine de o birkaç saniyeyi anlatmayı deneyeceğim size. Kelimelerin kifayetli olmasını dileyerek...

"Yer, İstanbul Gaziosmanpaşa... Ara sokaklardan caddelere zikzaklar çizerek adliyeye doğru ilerleyen taksinin içinde sokakları ve insanları izleyen bir kadın... Radyoda hamileyken kendisini aldatan kocası için uygun bir şarkı isteyen biri... Kadın camdan dışarı bakmaya devam ediyor birden o adamı görüyor. Saçı başı birbirinde, yüzü kirden kapkara olan kırk yaşlarında bir evsiz, muhtemelen bir şarapçı... Caddeye bakan dükkanlardan birine sırtını dayamış... Dükkan boş olmalı, camları pislik içinde.. Adam öylece dururken yavaşça cama dönüyor ve ağır ağır cama yapışmış toz birikintisinin üzerine parmağıyla bir şey çiziyor. Üstü başı pislik içinde, hırpani kılıklı, tenha bir sokakta karşınıza çıktığında tedirgin olup yolunuzu değiştireceğiniz bu adam o pis cama parmağıyla bir KALP çiziyor... Kadın yüzünü cama yapıştırıp hızla uzaklaşan taksiye rağmen daha fazla şey görmeye çalışıyor ama çabalamak yararsız. Adam gözden kayboluyor ve kadın, bu birkaç saniyeyi ve o adamı yaşamı boyunca hatırlayacağını hissediyor."