28 Ekim 2010 Perşembe

Gerçekliğin dayanılmaz ağırlığı

Canım sıkkın bu aralar. Son aylarda sağlık sorunları, ertelemeler, aksaklıklar, tatsızlıklar art arda geldi. Üstüne üstlük en yakın dostlarımdan biri birkaç gün içinde şehri terk ediyor.

Bir süredir her şeyin kötü gideceği gibi bir hisse kapılmıştım doğrusu. Bu halimden endişelenen Selen, aklımı dağıtmak için bir filme götürdü beni: "Ye, Dua Et, Sev". Bazen hafif gişe filmleri izlemek iyi gelebiliyor insana, canım çok sıkkınken gidip "hafif" film izlemişliğim vardır. Hani sonu hep iyi olan filmler, kimsenin gerçek dertlerinin olmadığı, fatura ödemediği, trafikten bunalmadığı filmler...

Neyse film kendini bulamamış Amerikalı güzel yazarımızın kendini bulmak için İtalya'ya, Hindistan'a ve oradan da Bali'ye yaptığı yolculuğu anlatıyor. Tahmin edilebileceği üzere kahramanımız, film boyunca yiyor, dua ediyor ve seviyor ama kendini bulabiliyor mu derseniz, orasını bilemeyeceğim. Bense kadın İtalya'dayken "Günlük harcaması ne kadar acaba", Hindistan'dayken "Bu guru bunları dolandırıyor bence", Bali'deyken "Bu kadının parası suyunu çekmedi mi daha?", film bittiğinde de "Javier Bardem, paraya mı sıkışmış acaba niye oynamış ki bu filmde?" diye düşünüyordum. Oysa arkadaşım, epeyce coşkuluydu; filmden umutla çıktı. Dürüst olmak gerekirse bir an kıskandım onu. Bazen insan gerçekliğini sorgulamadan kendini mutlu edecek, rahatlatacak bir şeyler olsun istiyor sanırım.

Ben bu yazıyı yazarken televizyon açık başımı kaldırıyorum ve haberlerde Louis Armstrong'un sesi eşliğinde bir gorilin yavrusunu severken çekilmiş görüntülerini görüyorum. Altta şu yazıyor "Goril Moril ama anne!!!" Alt yazıya bak hizaya gel :)

8 Ekim 2010 Cuma

Fatmagül'ün Suçu Yok! Peki suç kimde?

"Fatmagül'ün Suçu Ne?" sanırım birkaç haftadır yayınlanıyor. İzlemiyorum ben, ilk bölümüne göz attım ama içim karardı; şimdi arada bir rastlıyorum ama sürekli ağlayan Beren Saat izleyip denge sağlamamı gerektirecek aşırı mutlu bir hayatım olmadığından hemen kanal değiştiriyorum.

Ayrıca uzun süredir ana haberlerdeki bütün kaza, cinayet, arkaya duygusal müzik döşenen dram haberlerini de izlemiyorum. Aslında bize yıllardır yapılan şeyi bilinçli biçimde algıladığımda dehşete düşmüştüm. Düşünün ki en az on beş yıldır neredeyse her akşam ülkenin en az yirmi felaket haberi evimize sokuluyor. Üstelik bilinçli bir biçimde duygularınızı kazımayı, ruh halinizi bozmayı amaçlayan montaj, sunum ve yetmiyorsa içinizi kanatacak bir müzik eşliğinde.

Sadece bilgilenmenizi amaçlayan masum haberler değil bunlar, sizi sürekli kendinizi annesini kaybeden çocuğun yerine, kaza geçiren adamın yerine koymaya zorlayan haberler. Belli bir noktaya kadar bilgilenmek elbette gerekli ama açıkçası Kayseri'nin bilmem ne ilçesinde düşüp ayağını kıran insanı öğrenmek ve bu konuda duygusal işkenceye maruz kalmak normal gelmiyor bana. Belki de toplum olarak uzun zamandır "Ne kadarına dayanabilirler" konulu bir deneyde kobay olarak kullanılıyoruz, diye düşünmedim değil.

İşin bir diğer kötü kısmı da şu ki; bu anormal duygusal suistimalin başka etkileri de oluyor toplum üzerinde. Duyarsızlaşma, bu kadar aşındırmadan sonra duygusuzlaşma gibi. Bu noktadan Fatmagül'e dönüyorum. Herkesin ağzında aynı soru "Fatmagül'ün Suçu Ne?" tamam cevap belli zaten "Fatmagül'ün suçu yok". Peki aylardır "Tecavüz sahnesi nasıl çekilecek?" "Bu sahne çok konuşulacak" "Beren'in zor sahnesi" haberleriyle eski Fatmagül filminin tecavüz sahnesi yetmiyormuş gibi nerede tecavüz sahnesi bulurlarsa milletin gözüne dayayanlara maruz kalan bizlerin suçu ne?

Bu sapıkça ikiyüzlülüğün yoğun yaşandığı bir dönemi hatırlatıyor bunlar bana. Bir mankenin sevgilisi tarafından tecavüze uğrayıp cep telefonuyla görüntülerinin çekilmesi olayı aylarca gazetelerin sürmanşetinde yer almıştı fotoğraflı olarak. Haber giderek iğrenç bir suçun duyurusu olmaktan çıkıp erkeklerin hayal güçlerini gıdıklayan, mağduru bir kez daha mağdur eden bir hale dönüşmüştü. Giderek bu konuda şaka yapmak, dalga geçmek bile o kadar meşru hale geldi ki... O dönem bu haberleri iştahla yapan gazetelerin kendilerini kandırma söylemi ise bu şekilde mağdurun yanında yer aldıkları, toplumsal bir yaraya parmak bastıkları yönündeydi. Ama hayır, herkes biliyordu ki sürmanşete kendinden geçmiş tecavüze uğrayan bir kadının görüntüsünü koyup detaylı olarak yaşananları yazmak mağdura yardımcı olmaktan başka şeylere hizmet ediyordu.

Peki sonuç ne? Fatmagül'e dönelim. Geçen gün facebookta bir videoya rastladım. Bir stadyumda futbol taraftarları yaptıkları tezahüratı videoya çekmişler. Tezahüratın sözleri şöyle :

"Hapı aldık patladık
Fatmagül'e rastladık
Fatmagül'ün suçu yok
Biz onu Bihter sandık"

İşte medeniyetimizin geldiği nokta bu. Kendini tecavüzcülerle özdeşleştirmeyi tercih eden, bunu bağırarak ve videoya çekerek ilan etmekten de çekinip utanmayan bir güruh ve bu videoyu yayıp altına gülücüklü yorumlar yaparak aynı haltı yiyen daha kalabalık başka bir güruh. Ayrıca Fatmagül'ün bu saldırıyı hakketmediğini kabul eden bu tezahüratın Bihter'e tecavüzü meşru görüyor olması da ayrı bir hastalık hali. Bireysel ahlak kavramının bu kadar aşındığı bir dönemle toplumun muhafazakarlaştığı ve "din"darlaştığı dönemin böylesine çakışmış olması ise üzerine düşünülmesi gereken ayrı bir mevzu. Belki başka bir yazıda...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Kır'sal şeyler...

Bir haftadır uzaktaydım. Annemi engellenemez bir üzüm bağlarına gitme, asmasından üzüm koparıp yeme isteği ele geçirince eşlikçi olarak kendimi Orta Anadolu'nun vahşi topraklarında buldum yeniden. İşin kötüsü üzüm de sevmem hiç. Neyse televizyonsuz, internetsiz, gazetesiz, bir haftalık mecburi orta anadolu kır yaşantımın bende bıraktığı izler:

1- Hani vakit bol ya yanımda Cortazar'ı ve onu bitirince okuyacağım dört kitabı daha götürdüm. O dört kitabı okuyabildim mi peki?? Hayır!! Bir daha şu blogda yok " şunu okumaya başlayacağım", yok "pek heyecanlıyım", yok "sekeceğim" falan dersem ne olayım (bkz. 13 Eylül tarihli yazı) Öldürdün beni Cortazar!!! Morelli* kadar taş düşseymiş başına... Kitabı hala okuyorum hani buradan da ne akla hizmetse ilan ettim ya okuyacağım diye, dayanacağım Morelli'ye de. Bir de kanaatim kesinleşti edebiyatta sayıklamadan hoşlanmıyorum ben, anlamsız cümleleri bir araya getirince anlamlı bir bütün oluşmuyor kardeşim. Tabii bu yorumumla Cortazar'ın üstüne çizik attığım sanılmasın mesela Mırıldandığım Öyküler müthiş bir kitaptır, tadı damağımda hala yoksa dimağımda mı demeli?

*Morelli : Cortazar'ın Seksek romanının kahramanlarından. Romanda sekerken sık sık Morelli'nin romanın geri kalan kısmıyla ilgili ilgisiz düşünceleriyle karşılaşıyoruz.

2- Dönerken şunu düşündüm: Devrimin köylerden ve köylüden çıkabileceğini düşünmesi için bir insanın pek fazla köy ve köylü görmemiş olması gerekir bence.

3- Kuşlar bize göre daha huzurlu bir yaşam sürüyorlar gibi geldi bana. Yani sürekli yırtıcı tehdidi altında falan değillerdi ve hallerinden oldukça memnun görünüyorlardı. Nedense güzel görünen her canlı yaşamının aslında bilmediğimiz çekilmez yönleri olduğuna inanıyoruz ya da inanmak istiyoruzdur belki. İnsanın başka yaşamlara öykündüğü öykülerin masalların çoğu da genellikle pişmanlıkla ve en iyisinin sahip olduklarımız olduğu ana fikriyle sonlanır. Oysa bence kuşlar oldukça rahat görünüyorlardı yani hangi ağaca konacaklarından başka pek bir dertleri yok gibiydi.

4- Ha bu arada dişi ve erkek ilişkisi karmaşıklığının sadece insan türüne has olmadığı da bir başka gözlemim. Çatıdaki güvercinlerin kararsızlığı beni bile çıldırttı. Yarım saat tüyünü kabart, sağa yürü sola yürü sonra farklı yönlere doğru uç git?? Bence bir kuş ne istediğini bilmeli öncelikle.




5-
Arılar çok yırtıcı şeyler. Hala doğru şeyi mi yaptım bilmiyorum ama olayı anlatayım siz ne diyeceksiniz bakalım?. "Bir öğle vakti verandada dinleniyordum, yerde kıpırdayan bir şey dikkatimi çekti. Bir arı ufak bir kelebeğe sarılmış, iğnesini de iyice batırmıştı. Kelebek de çaresizce çırpınıp duruyordu. Arıların çeneleri çok kuvvetlidir, bu arı da çırpınan kelebeğin kanatlarını tek tek koparmaya başladı. Önce birini sonra diğerini... Bu arada ben ne yapacağımı şaşırdım, pek eziyetli bir ölüm gibi geldi bana. Sonunda arı kelebeğin bütün kanatlarını kopardı ama kelebek hala hayattaydı. Bense belki biraz insani bir hassasiyetle kelebeğin çektiği eziyeti sona erdirmek istedim. Elime sinekliği aldığım gibi tanrısal vuruşumu gerçekleştirdim ve... Hem kelebeği hem de arıyı böcekler cennetine sevk ettim vücutlarını da törenle doğaya protein kaynağı olarak sundum. Aslında çok düşündüğüm de söylemez bunu yaparken daha çok anlık bir tepkiydi. Sonra emin olamadım müdahale etmekle doğru mu yaptım yanlış mı diye? Yani arı için o kelebek yaşamsal bir av değildi, sonuçta mevsimsel olarak etrafta bir sürü ölü böcek var. Bir nevi gereksiz avlanma yani. Hayvanlar dünyasında her türlü eziyet mubah olamaz, değil mi? Belgesel de çekmediğime göre doğaya müdahale etmemek gibi bir sorumluluğum olduğu da söylenemez. Yine de Zeus'un yıldırımı gibi sinekliği indirmem biraz küstahça mı oldu acaba? Karar veremedim bir türlü.