30 Ocak 2010 Cumartesi

Huntington'dan 17 yıl sonra...

Birkaç gündür Murat Yılmaz'ın derlemesiyle Vadi Yayınları'ndan çıkan "Medeniyetler Çatışması" kitabını okuyorum. Derlemenin içinde Samuel Huntington'un 1993 yılında "Foreign Affairs" dergisinde yayınlanan ve soğuk savaş sonrası düşmansız kalıp düşmansız yapamayanların çölde su bulmuş gibi sarıldıkları "Medeniyetler Çatışması" isimli makalesi, konuyla ilgili Huntington'un diğer makaleleri ile dünyadan ve Türkiye'den teze ilişkin yazılan-çizilenler bulunuyor.
Belki geç ama oldukça faydalı bir okuma oldu benim için. Özellikle Huntington'un 1993 yılında iştahla kurguladığı batı-islam çatışması ve soğuk savaş sonrası dünyada çatışmaların kimlik, özellikle din ekseninde kurulacağı tezinin ne kadar incelikle gerçeğe dönüştürüldüğünü (dönüştüğü değil dönüştürüldüğü demeli sanırım) görmek oldukça etkileyici.

Kısaca özetlemek gerekirse bütün laf kalabalığının ardında Huntington, demokrasi, insan hakları, bireyin önemi, eşitlik gibi değerleri insanlığın sisteme karşı mücadelesine değil batının yapısal geçmişine tabi kılıyor ve açıkça bunların batıya has değerler olduğunu ve taklit edilemeyeceğini söylüyor. Bu durumda soğuk savaş döneminde batının değerlerini evrenselleştirme ve dünyaya yayma sözde iddiasının yersiz olduğunu söyleyen Huntington batının değerlerinin evrensel olmadığını, olamayacağını belirtiyor. Kısacası Huntington, önce insanlığın değerlerini paylaştırıyor ve ardından bu paylaşımı değişmez kılıyor. Son hamlede Huntington, ABD ve aynı kamptaki Avrupalı ülkelerin Sovyetlerin dağılmasından sonra yana yakıla aradıkları yeni düşmanı gösteriyor, hatta düşmanın yeri belli olsun diye haritada bile sınırı çiziyor Huntington,

"Balkanlardaki bu hat, tabii Habsburg ve Osmanlı imparatorlukları arasındaki tarihi sınırlara da uygun düşüyor. Bu hattın kuzeyinde ve batısında yaşayan kavimler Protestan ve Katoliktirler ; Avrupa tarihinin feodalizm, Rönesans, reformasyon, aydınlanma, Fransız İhtilali ve Sanayi İnkılabı gibi ortak tecrübelerini paylaşmışlardır; genel olarak ve ekonomik açıdan doğudaki kavimlerden daha iyi durumdadırlar ve şu anda müşterek bir Avrupa
ekonomisine ve demokratik siyasi sstemler arasındaki birleşmeye artan ölçüde katılmaları beklenebilir. Bu hattın doğu ve güneyindeki kavimler Ortodoks ve Müslümandırlar; tarihi bakımdan Osmanlı ve Çar İmparatorluklarına mensup olmuş ve Avrupa'nın geri kalan kısmına biçim veren hadiselerle ehemmiyetsiz ölçülerde temas kurmuşlardır; ekonomik açıdan genellikle fazla ileri değillerdir; istikrarlı bir demokratik sistem geliştirmeleri daha zayıf bir ihtimal gibi gözüküyor....."

Tabii Huntington, Hindistan, Japonya ve Çin'e de düşman sepetinde yerlerini vermeyi ihmal etmiyor.

Huntington'un bir ara çokça popüler olan makalesi, ben 13 yaşındayken yazılmış. Şimdi ben otuz yaşıma girmek üzereyken ve makalenin üzerinden 17 yıl geçmişken Huntington'un çatışma senaryolarının büyük ölçüde gerçeğe dönüştüğünü görmek ilginç. Sonuçta Huntington'un kehanetleri bugün pek de yanlışlanmış sayılmaz. Gerçekten de sınıf çatışmaları görünmez kılınmaya çalışılırken insanlar ve ülkeler dini ve kültürel nedenlerle ciddi biçimde ayrıştırılmış durumda. Ancak asıl mesele bu doğrulanmanın Huntington'un öngörülerinin müthiş başarısından mı yoksa ABD ve Avrupa egemenlerinin dış politikalarını tam da bu tür teoriler üzerine şekilendirmelerinden mi kaynaklandığı noktasında düğümleniyor.

Huntington'un makalesinin ardından yapılan yorumların bazıları bu tehlikeye dikkat çekmiş. Örneğin Harward'lı tarihçi Paul Kennedy, 1993 yılında gazeteci Şahin Alpay'a beyanında "Bu makale İslam ve Hindu dünyası hakkında kaba ve dar kafalı görüşlere hitap etti. Makaleyi genelde olumsuz buluyorum. Arzettiği tehlike, kendi kendini doğrulaması ve haklı kılması" diyor. Yine Prof. Dr. Binnaz Toprak, Sabah Gazetesi'nde yayınlanan 1993 tarihli makalesinde "Gelecekte uygarlıklar arası çatışmalara tanık olacaksak bu ancak Batılı devletlerin tam da Huntington'un önerileri doğrultusunda dış politika geliştirmeleriyle gerçekleştirebilir" yorumunu yapıyor.

TÜRKİYE'YE GELİNCE....

Huntington, 1993 yılındaki ilk makalesinde Türkiye'yi bölünük ülkeler arasında sınıflandırıyor. Huntington bu makalesinde Türkiye için rotayı Orta Asya'ya çiziyor:
"...Ayrıca Türkiye'nin seçkinleri Türkiye'yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken Batının seçkinleri Türkiye'nin öyle olduğunu kabule yanaşmıyorlar. Türkiye AT'nin bir üyesi olmayacaktır; gerçek sebebi Cumhurbaşkanı Özal'ın dediği gibidir: "Biz Müslümanız, onlar(ise) Hristiyandır, ve (fakat) bunu dile getirmiyorlar." Mekke'yi reddettikten ve ardından Brüksel tarafından reddedildikten sonra, nereye bakar Türkiye? Cevap, Taşkent olabilir. "

Ancak bu makaleden birkaç yıl sonra Huntington Türkiye için başka bir rol bulmuş sahnede. 1996 yılında gazeteci Şahin Alpay'a verdiği röportajda söyledikleri bakalım tanıdık gelecek mi size?:

"Türkiye gerçekten Avrupa ile Asya, İslam ile laiklik, vs, arasında bölünmüş bir ülke. Bu bakımdan kimi liderlerinizin de işaret ettikleri gibi uygarlıklar arasında bir köprü olabilir. Ancak İslam dünyasında düzene ihtiyaç var............ İslam dünyasında liderlik rolü oynayabilecek ülkeler var. Ancak Türkiye, ekonomik gelişme seviyesi, stratejik konumu, kendine güvenen bürokrasisi, ordusu, Batı ve İslam karışımı kültürü ile İslam alemine önderlik bakımından eşsiz bir yere sahip. Tarihte Osmanlılar da bunu yapmadı mı?
Eğer Türkiye, bir batılı ülke olma ısrarından biraz vazgeçer; modernleşme ve demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye daha çok ağırlık verirse, bütün dünyaya ve İslam' a büyük bir model olur."

ABD'nin dış politikasına ışık tutan Huntington'un önerileri, AKP'nin liderlik iddialarıyla ve yeni Osmanlıcılık idealleriyle ne kadar da benzerlik gösteriyor değil mi ?

Bu arada Vadi Yayınları'nın derlemesinin içinde şu anki Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu'nun da bir makalesi var. "Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyasi Teorinin Pragmatik Kullanımı" isimli makalede giriş ve gelişme bölümlerinde oldukça dikkate değer tespitler yapılmış. Bununla birlikte Davutoğlu makalesinin sonunda Türk toplumunun parçalanmış bir yapısı olduğunu belirterek şöyle diyor:

"Bu parçalanmışlık ve belirsiz toplum idealinin en önemli sebebi güçlü bir medeniyet birikimine sahip bir toplumu başka bir medeniyete kuyruk yapmak isteyen elitin yaşadığı psikolojik dengesizlik halidir. Bu dengesizlik, eğitim ve medya kanalları yoluyla toplum geneline yansıtılmış ve bugün kendini herhangi bir düzeyde tutarlı şekilde tanımaktan aciz bir bunalım toplumu ortaya çıkmıştır. Türkiye kapsamlı bir kimlik yenilenmesi ve medeniyet ihyası sürecine girme cesaret ve becerisini gösteremezse gelecekteki teorisyenler bu toplumu ya tarihin sonunun kurbanları ya da medeniyet çatışmasının suçluları arasında zikredeceklerdir. (İzlenim. Ekim 1993)

Davutoğlu'nun sorunu başka bir medeniyete kuyruk olmak olarak tanımlarken bugün, Türkiye'yi; dünyayı gerçekten büyük bir çatışma alanına sürükleyen ABD'nin kuyruğu ve Medeniyetler Çatışması'nda Türkiye'ye biçilen rolün sadık oyuncusu olmaya götüren bir hükümetin dışişleri bakanlığını yürütmesi de tarihin bir cilvesi olsa gerek.

26 Ocak 2010 Salı

Fikret Kızılok dinlerken...

Fikret Kızılok üzerine yazmak istedim ama elimi attığım her kelime düğümlendi yazamadan.
Fikret Kızılok dinlerken ne yazabilir ki insan? Aklıma sorular geliyor mesela "Fikret Kızılok dinlerken kötülük yapmayı düşünebilir mi insan?"
Hep çok güzel bir insan olduğunu düşündüm Fikret Kızılok'un kendisine dair çok şey bilmeden sadece şarkılarını dinleyerek. Belki de zaten kendisi sadece şarkılarıdır kim bilir? O şarkıları söyleyen o ses kimseyi bilerek incitmezmiş, aldatmazmış, çalmaz, acımasız olmazmış gibi... Bu yüzden herkesten çok acı çekermiş gibi...Hep biraz kırgınmış, küskünmüş gibi... Hep hayal kırıklığına uğramış gibi...Fikret Kızılok şarkıları bu yüzden sadece şarkı değildir bence özlenen bir saflığın, güzelliğin ve umudun sesidir biraz da ve belki de bu yüzden Fikret Kızılok'tan bile fazlasıdır.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Nadir'in şarkısı...

Bir zamanlar yarım yamalak televizyonda izlediğim Erkeğin Gözyaşları (The Man Who Cried) filminden aklımda kalan tek şey vardı o da John Turturro'nun piyano başında söylediği(tabii asıl ses başkasına ait, o yüzden pleybek yaptığı demeli) müthiş arya. Kime ait olduğunu, adının ne olduğunu bilmediğim aryayı arayıp tarayıp buldum. Bizet'in Les Pecheurs de Perles isimli operasından je crois entendre encore isimli arya. Nadir'in şarkısı diye de biliniyor. Aryanın dinlediklerim içinde en beğendiğim yorumu Beniamino Gigli'ye ait. Daha önce dinlemeyenler için bunun mutlu bir an olacağından eminim...

23 Ocak 2010 Cumartesi

Okurken Yazdıklarım

Bir süredir okuma sitesi'ne uğramıyordum. Derken bir de baktım site tarih olmuş. Neyse ki siteye yazdığım kitap yorumlarından bazılarını bir kenara kopyalamıştım. Okurken çiziktirdiğim bir kaç yazıyı buradan paylaşayım dedim ben de. Biraz uzun bir blog kaydı olacak ama ne yapalım, zaten kısa yazılar yazmayı beceremedim bir türlü. Bu da uzun kayıtlardan biri olsun.

Solgun Ateş
Bu sabaha karşı son satırlarını okuduğum Solgun Ateş hakkında tek kelimeyle şunu söyleyebilirim: Müthiş... Açıkçası kitabı okumaya başlamadan önce klasik roman anlayışının dışına çıkma çabası gösteren karşı roman türlerine karşı gizli bir olumsuz önyargı beslediğimi keşfetmiştim. Bu keşfimin üzerinden çok vakit geçmeden Solgun Ateş, bütün önyargılarımı silip süpürdü. Öncelikle çok büyük keyif aldım okurken, hatta bir ara daha çok gün okuyabilmek için günlük okumalarımı kısa kesmeye çalıştığımı bile söyleyebilirim. Kitabı okurken bir romandan çok ele geçirdiğiniz bir günlüğü ya da sandığın dibinde bulduğunuz basılmamış taslağı inceler gibi hissediyorsunuz kendinizi. Evet, 'okumak' yerine 'incelemek' fiilini kullanmak Solgun Ateş için daha uygun olacak çünkü Nabokov, sizin bir romanın içinde yarı uykulu gezinmenize izin vermiyor sizi incelemeye, sayfalar arasında sürekli bir ileri bir geri gitmeye zorluyor. Kitabı okurken Nabokov'un yazmak için yaratılmış insanlardan biri olduğunu düşündüm. Varlık nedeni ve kendini evinde hissettiği yer yazı dünyası olmalı öylesine rahat ki kelimelerle başka bir yerde daha rahat edemez gibi geldi. Bir not da çeviriyi yapan Yaşar Günenç ile ilgili: Aslında olup olmadık yerde esere parmağını daldıran çevirmen, editörlerden hiç hoşlanmıyorum. Ancak Günenç'in yol arkadaşlığı çok keyifliydi, dipnotlarda kendi şaşkınlığını ya da kuşkularını paylaşırken bir çevirmenden çok kitap karşısında aynı coşkuyu paylaşan deneyimli bir okuma arkadaşıyla birlikteymişim gibi geldi. Onun da eline sağlık. (Bu arada ben 1994 basım Yaba Yayınları'ndan okudum, zaten başka da baskısı var mı emin değilim ben rastlamadım).25 Aralık 2008


'Sen de mi Brutus?' Bu satırları okuyorum ve diyorum ki kendi kendime 'Ne ilginç.... Shakespeare'in dört yüz yıl önce beyninin kıvrımlarından geçerek kaleminden dökülen bu kelimeler, bugün Shakespeare'in adını bile bilmeyen insanlar tarafından bile 'ihaneti' anlatmak için kullanılıyor. Shakespeare'in belki şarap içip mum ışığında çalışırken aklına gelen bu cümleyi şimdi ben okuyorum...Ne ilginç...' Sonra iki sayfa daha okuyorum ve Shakespeare'in tabii ki bunları da düşünmüş olduğunu görüyorum. Şöyle cevap veriyor benim düşüncelerime: "Kim bilir gelecekte kaç kuşak Yeniden oynayacak bu ulvi sahneyi, Daha doğmamış ülkelerde, Henüz bilinmeyen dillerde! *** Şimdi Pompeius'un heykeli dibinde yatan, toz kadar değeri kalmamış Sezar'ın Kanı kim bilir kaç defa akacak oyunlarda?"
Ve yine düşünüyorum da Sezar'ın laneti ne kadar büyük olmalı ki oyundaki tek onurlu kişi olan Brutus'un adı artık kalleşlikle eş anlamlı. Sezar'ın kendini kral seçtirmesini engellemek ve Romalıların özgürlüğünü korumak için dostuna ihanet edip onu öldüren Brutus, Sezar'a baş kaldırmasını Romalılar'a şöyle anlatıyor: "Sezar'ı sevmediğimden değil, Roma'yı daha çok sevdiğimden" Oysa onun konuşmasını dinleyen Romalılar içinde şöyle bir haykırış yükseliyor hemen: 'Brutus taç giysin!'
Ve tabii Marcus Antonius'un muhteşem konuşması var bir de... Sonuçta evet oyunda kaypak olmayan tek kişi Brutus'tu ama O da oyundaki en kaypak karaktere güvenmek hatasıyla felakete sürüklendi, yani Roma halkına güvenmekle..15 Mart 2009

Bukowski
Daha önce iyi yazar, okutur kendini diye yorum yapmıştım Bukowski'ye,halen aynı şeyi düşünsem de şunu da eklemek gerekir ki eğer Bukowski hayatta olsaydı bir metreden daha yakınında olmayı istemezdim sanırım. Yoksa üç metre mi demeli? :)
Bir de yaşam tarzı nedeniyle gördüğü ilgi edebi değerini hep tartışmalı hale getiriyor ne yazık ki. Nitekim özellikle ergenlik dönemini yeni aşmış, 'Hayattan nefret ediyorum, insanlardan nefret ediyorum, çok derinim, hayatla uyumsuzum' dönemi yaşayan gençlik kitlesinin hayatlarının bu dönemi boyunca ilgi duydukları bir yazar Bukowski. Bu nedenle bir çeşit popüler kültür unsuru olmaktan kurtulamıyor işte. Sonuçta hayatla uyumsuz genç kişi, iş güç sahibi olup birden hayatla uyumlulaşınca hoş bir gençlik anısı oluverir Bukowski. Sonra yaşam tekrarlanır yeni bir ergen kişi fark eder Bukowski'yi vs. vs..13 Mart 2009
Othello
Othello izlenimleri :
1- Shakespeare'e hayranlık duyuyorum ancak olağanüstü zekası büyük bir
kıskançlık duymama neden oluyor. Zaten ancak bir aptal kıskançlık duymadan Shakespeare okuyabilir gibi geliyor bana.

2- Iago karakterinden hem tiksiniyor hem de Iago'nun keskin zekası, yaratıcılığı, nüktedanlığı, insanlar ve zaafları hakkındaki derin bilgileri karşısında O'na sempati duymadan edemiyorum. (kızı kaçan babayı öfkelendirmek için : "Kızınızla Magripli, iki kıçlı hayvan durumundalar şimdi" benzetmesini yapabilen bir karaktere nasıl sempati duymaz insan :)

3-Othello'ya içine düştüğü durumdan dolayı acıyorum ama bu kadar aptal olmasının sinir bozucu olduğunu düşünüyorum.

4-Desdemona'nın eylemsizliği rahatsız olmama, sıradanlığı ise O'nu küçümsememe neden oluyor.

5-Iago'nun karısı Emilia'nın cesaretini takdir ediyorum ama ortalığı velveleye vermeseydi postu deldirip öbür tarafa göçetmeden de gerçekleri açığa çıkarabileceğini düşünüyorum :)

6- Casio'yu çok sıkıcı buluyorum, ayrıca dikkate değer pek bir erdemi de yok, O'nun iyi cilalanmış ezik bir karakter olduğunu düşünüyorum. Kıbrıs'ın başına Casio yerine Iago'yu getirselerdi kendisi kısa zamanda dünya hakimi olurdu, evet belki herkesi birbirine vurdurduğu için tebaası küçük bir topluluktan ibaret olurdu ama yine de dünyayı ele geçirirdi işte. Aslında her karakter her insanda bir parçası bulunan özelliklerin, hırs, iyiniyet, kıskançlık, kötülük, iyilik, saflık gibi özelliklerin sivriltilmiş hallerini taşıyor. Sonuç olarak: Kahrolsun Iago ve yaşasın Iago :)12 Mart 2009


Tepelerdeki Şeytan
Pavese'nin okuduğum ilk kitabı... Dün gece bitirdim. İlk satırı okumaya başladığımda taşıdığım büyük beklentinin son satıra geldiğimde hayal kırıklığına dönüştüğünü söyleyebilirim. Yine de Pavese'nin diğer kitaplarının daha iyi olduğunu umut ediyor, düşünüyorum; çünkü orada burada okuduğum Pavese
alıntıları pek de fena sayılmaz. Yaşama Uğraşı'nı da okumalı...15 Şubat 2009 (bu yorumdan bir süre okudum bu arada Yaşama Uğraşı'nı beğendim ama hayatımın kitabı diyemem sanırım)




Serkisof Ahbabım Olur
Tren sevenler için... Tren sesini, istasyonları, yemekli vagonları, istasyon kokusunu, tren kalkıyor düdüğünü, bekleme salonlarını, Ankara Tren Garı'nın güvercinlerini, Haydarpaşa'ya sabahlamanın ihtişamını, yataklı vagondaki üst ranzayı, çocukken koridorda camdan sarkmayı, imdat freninin dayanılmaz cazibesine direnmenin heyecanını sevenler için... Bu kitapta 'istasyon delileri' kısmında anlatılan teyzeyle kitabı okuduktan kısa süre sonra Ankara Tren Garı'nda karşılaştık ki bu da unutulmaz bir andır benim için...Yemekli vagon anılarımı başka zaman anlatırım:)25 Mart 2009



De profundis
Memleketin bir ucundan diğer ucuna uzun bir tren yolculuğunda bana eşlik ettiğinden, gönlümde ayrı bir yeri olan kitap.... Bir dehanın tutkunun alaycı ve acımasız ellerinde nasıl kıvrandığını anlatan, okunası eser... Acımasız sivri dili ve alaycılığıyla ünlü böyle büyük bir zekanın tutkusunun büyüklüğü nedeniyle yaşamının acınası hale gelişi ve alay konusu olması hayret ve korku uyandırıcı. Ancak Wilde, böyle tutkulu olmasaydı o cümleleri de yazamazdı sanırım. Not: Aşağıdaki tanıtım yazısı pek anlatmasa da Wilde'ın homoseksüellik suçlamasıyla hapse girmesine neden olan, zenginliğini ve toplumsal konumunu uğruna feda ettiği, kendisine ihanet eden genç sevgilisi Lord Alfred Douglas'a hapisten yazdığı uzun mektuptur De Profundis.19 Mart 2009


Tanrıların Arabaları
Mısır'da ve Amerika'da bulunan devasa yapıları, uzaylıların ya da çeşitli mistik güçlerin işi olarak gören tezler, eğlenceli ve ilginç görünse de özellikle bazı Mısırlı ve Amerikan yerlisi araştırmacılar tarafından Avrupa ırkçılığının bir izdüşümü olarak da değerlendirilmekte. Bu tezlerin Avrupalıların kendilerinden önce varolan bütün uygarlıkları çok ilkel ve barbar olarak görmelerinin, bu uygarlıkların böylesine büyük yapılar inşa edebileceğine inanamamalarının ve insanlığın gelişiminin Avrupalılarla birlikte başladığı inancının bir parçası olduğu savunulmakta. Bir zamanlar izlediğim bir belgeselde kendisi de Avrupalı olan bir araştırmacının Mısır'daki mumyalarda tütün ve koka bitkilerine rastlaması nedeniyle Mısır uygarlığının, bu bitkilerin yetiştiği tek kıta olan Amerika ile Avrupalılardan çok önceki yüzyıllarda bağlantı kurdukları tezini ortaya attığında meslektaşları tarafından nasıl dışlandığını ve nasıl hakaretlere maruz kaldığını anlattığını anımsayınca bu ırkçılık iddiasında kısmi de olsa bir gerçeklik olabilir diye düşünmeden edemiyorum. Elbette bundan kastım tüm batılı bilim çevrelerini ırkçılıkla suçlamak değil baştan belirteyim ki kimilerine çok tatlı gelecek bu genelleme tuzağına düşmeyeyim. Öyle uzun cümleler kurmuşum ki yazarken bile sıkıldım. Ama silip düzeltemeyeceğim doğrusu...16 Mart 2009

Dost Yaşamasız
Vüs'at O. Bener okumak kusursuz bir yolda altınızdan akan kelimelerle sarsılmadan ilerlemekten çok epeyce kayalık bir yerde dikkatiniz sürekli açık biçimde zorlukla ilerlemeye benziyor. Açıkçası çok etkilendim, verdiği rahatsızlık tarifsiz Bener'in. İnsan ikiyüzlülüğüne ilişkin bu kadar yargısız ama dürüst metinler okumak etkileyiciydi. Kimi öyküleri okurken dikkatimi toplamakta zorlandığımı itiraf edeceğim ama Bener'in anlatımı yine de çağının çok ötesinde gibi... Keşke YKY'nin çıkardığı Dost-Yaşamasız seçkisinde öykülerin tarihleri de not düşülseydi ne hoş olurdu...15 Aralık 2008



Poe
Bazı yazarlar vardır her gün geçtiğiniz caddeyi öyle büyülü anlatırlar ki aynı yerden bahsettiğinden şüphe edersiniz, bazı yazarlar vardır insanın iç dünyasına ilişkin öyle derin cümleler kurarlar ki kendinizi bulursunuz. Poe öyle bir yazar değil Poe başka türlü bir yazar. Sınırsız hayal gücü olan bir yazar ve buradaki sınırsız kesinlikle mecazi anlam taşımıyor. Üstelik öykülerinde fizikten anatomiye kadar pekçok konuya insanı şaşırtan bir uzmanlıkla yer veren zeki bir yazar Poe. Bugün pekçok insanın hayranlık duyduğu Poe yaşadığı dönemde hiç de popüler değildi. Yazdıkları ikinci sınıf sayılan pek de erdemli olmayan hayat tarzıyla da saygınlığı gölgelenen Poe'nun tarzında ısrarı da oldukça dikkat çekici. Bu tür konulara pek girmeyen Poe, 'Diri Diri Gömülüş' öyküsünde bu konuya gönderme yapıyor ve diyor ki: "Bazı temalar vardır, çok ilginç olmalarına karşın meşru edebiyat için fazla korkunç bulunur, Romantik yazarlar okuyucularını kızdırmak ya da tiksindirmek istemiyorsa bu temalardan sakınmak zorundadır. Bunlar ancak gerçeğin katılığı ve görkemiyle kutsanır ve desteklenirse adaba uygun sayılır...." Ayrıca Poe'nun aralarında Dostoyevski, Baudelaire ve Jules Verne'in de bulunduğu pek çok büyük yazarın hayranlığını kazandığı ve ilham verdiği de kabul edilmeli. Sözgelimi Jules Verne, 'Balonda Beş Hafta' yı yazarken muhtemelen Poe'nun 'Balon Şakası' öyküsünden esinlenmiştir. Dostoyevski'nin de onun için 'Poenin sadece kendine has olan ve onu bütün diğer yazarlardan ayırt eden özelliği, hayal gücünün olağanüstü genişliğidir' dediği unutulmamalı ki ben bu tespite sonuna kadar katılıyorum. Bu arada Poe'nun iddiaya göre çocukken üvey babasının tacizine uğradığı, 20'li yaşlarında 13 yaşındaki kuzeni ile evlendiği, içkiye ve kötü alışkanlıklara epeyce düşkün olduğu sadece 40 yaşında öldüğü, mezarının başında sadece dört kişinin bulunduğu ve bugün mezar taşında bir 'kuzgun' kabartmasıyla ''Dedi kuzgun: Hiçbir zaman' cümlesinin oyulmuş olduğu da ek bilgi olsun:)4 Kasım 2008

Kürk Mantolu Madonna
Kürk Mantolu Madonna, oldukça ilginç bir kitap gerçekten. Öykü, keskin biçimde ikiye ayrılmış gibi, kitabın ilk kısmı kendi halinde memur Raif Efendi'nin ve onun ailesinin derin analizi ve yaratılan gizemle insanı büyülüyor ama sonra birden içerik şekil değiştiriyor ve son derece romantik bir aşk hikayesi okumaya başlıyoruz. Hatta Nazım Hikmet bile Sabahattin Ali'ye yazdığı 1943 tarihli mektupta bu duruma dikkat çekiyor ve ilk bölümün haksızlığa uğradığını düşündüğünü Raif Efendi'nin ve onun ailesinin yaşamının kendi başına büyük bir roman olmaya aday olduğunu belirtiyor. Elimdeki Cem Yayınevi'nin 1991 baskısında dönemin yazar ve eleştirmenlerinin Kürk Mantolu Madonna'ya ilişkin yazıları ile Sabahattin Ali'nin arkadaşlarının kitabın yazılışına ilişkin anıları var. Buna göre kitap o dönem maddi sıkıntıda olan Sabahattin Ali tarafından Hakikat Gazetesi'ne tefrika olarak hazırlanmış; ilk bölümleri önceden yazılmış ve sonraki bölümleri Sabahattin Ali tarafından günbegün yazılmış. Bu sırada gazete tarafından sürekli sıkıştırılmış Sabahattin Ali ve siyasete bulaşmayan romantik bir hikaye yazması istenmiş. Hatta Sabahattin Ali, parasını da alamayınca bir iddiaya göre hikayeyi erken bitirmiş. Sabahattin Ali, defalarca mektup yazmasına rağmen parasını alamamış gazeteden. Bunun üzerine Hakikat Gazetesi'ne yazdığı bir mektupta da yazar ateş püskürüyor ve diyor ki:
"Yazı hayatımda ilk defa olarak, yazımın tutmadığı suratıma çarpıldı. Neden? Bunu araştırmaya bile lüzum hissedilmedi. Acaba roman hakikaten tutmadı mı? Tutmadı ise kabahat romanda mı; Hakikat Gazetesi karilerinin seviyesinde mi?"
Bense Nazım'a kesinlikle katılıyorum kitabın ilk bölümü çok iyi... Sonlara doğru sanki aceleye gelmiş bir sona bağlama arzusu ve kurguda boşluklar var... Ama Sabahattin Ali bu, kredisi boldur her daim:)30 Ekim 2008

Sabah sabah...

William Faulkner'in "Döşeğimde Ölürken" kitabını okumaya başladım dün gece. Cümleler biraz zorlu ve genellikle baş aşağı gelince "Murat Belge'nin çevirisinde mi sorun var" diye merak ettim. Sabah kalkar kalkmaz internette Murat Belge çevirisiyle ilgili bir şeyler aramaya başladım. Böylece Çevbir'in sitesine ulaştım. Çevbir, Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği imiş. Daha önce duymamıştım hiç. Neyse Faulkner çevirisi konusunda Aslı Biçen ve Bilal Çölgeçen bir rapor hazırlamışlar ve Murat Belge'nin çevirisinin genel olarak çok da kötü olmadığı şeklindeki kanılarını yazmışlar (http://www.cevbir.org/faulkner.html)

Sonuçta Faulkner çevirisinin peşine düşmüşken çevirmenlerin hiç farkında olmadığım sorunlarıyla karşılaştım. Daha önce çevirmenlerin dünyası üzerine hiç düşünmemiştim. Onlar da editörlerinden yana dertliymiş meğer. Şöyle yazmış mesela Mustafa Tüzel:

Ey Sevgili Editörüm Dinle
Mustafa Tüzel

ÇEVİRMEN: Ey sevgili editörüm, neden böyle yapıyorsun? Neden kendini geliştirmiyorsun? Seninle uğraşmaktan biz çevirmenler de kalem tadıyla çeviri yapma fırsatı bulamıyoruz. Halk da senin 'halk bunu anlamaz' takıntın yüzünden fazla ileri gitmiyor. Her çeviriyi belirli bir 'vasat'a redükte etme çabanın sonuncunda, okurlar da
pek kendilerini geliştiremiyorlar, dönüp dönüp hep bildiklerini okuyorlar. Bütün o yazarlar, felsefeciler, Goetheler, Kantlar, Hegeller, Nietzscheler, Marxlar halk için mi yazdı? İşçi sınıfı ezberden Latince mi biliyordu da, Marx 'De te fabula narratur!' diyesiydi? Yoksa bütün Almanlar Gymnasium mezunu muydu o tarihte? devamını oku...

20 Ocak 2010 Çarşamba

Marvin...

Marvin Gaye'in "Let's Get It On" şarkısı beni ne kadar sıkıntılı olsam da gülümseten şeylerden biri şu sıralar. Dinleyin, seversiniz bence.

15 Ocak 2010 Cuma

Chihiro ve Ursula

Ursula Le Guin'in iyi bir yazar olduğunu ama olağanüstü bir yazar olmadığını düşünüyorum. Kitaplarının arka kapaklarında yer alan "Bu kitapta şunu anlattım, bunu anlattım" şeklindeki açıklamalarını da gereksiz bulmuşumdur hep. Ayrıca toplantılarına erkekleri almamayı feminizm olarak gören, "Erkeklerden nefret ediyorum o halde feministim, çok havalıyım, yaşasın bir kimliğim var artık" diye ortalarda dolaşan bir grup insanın "Ursula nereye biz oraya" şeklindeki tavrı da rahatsızlık yaratmıştır hep bende. Bu türe hangi yazarı beğendiklerini sorduğunuzda aldığınız cevap genellikle hemen "Ursula Le Guin" olur.

Tabii bunları yazarken aklı başında feminist arkadaşlarımı ve edebiyata emek veren ve gerçekten keyif aldığı için Ursula'yı sevenleri bir kenara koyuyorum. Ne de olsa edebiyat, bir yanıyla çok kişisel bir zevk alanıdır. Ben de benim Ursula'yı gözdelerimin içine koyamamamın kişisel bir değer yargısına dayanması gibi, Ursula'yı gerçekten sevenlerin kişisel yargılarına saygı duyuyorum.

Şimdi neden Ursula Le Guin'i konu ettiğime gelince... Evet Ursula, bende Nabokov'un, Buzzati'nin, Shakespeare'in, Kafka'nın yarattığı heyecanı yaratmıyor ama vefa duygum kendisini ayrı bir yere koymama neden olacak kadar güçlü. Bazı dönemler vardır zaman zor geçer, mutluluğun mesaisini sizden çok başkalarına ayırdığı, mutluluktan kendi payınızı beklerken her akşam eve eliniz boş döndüğünüz zamanlar... Böyle zamanlarda yanınızdakilerin kıymeti daha da bir artar. Sadece dostlarınızdan bahsetmiyorum, bazen sizden yüzyıllar önce yaşamış biri ya da aynı atmosferi solusanız da asla yüz yüze gelmeyeceğiniz biri bile size mucizevi elini uzatabilir. İşte bu yüzden pek de mutlu başlamayan 2010'da aklımı, müthiş zenginlikteki hayal dünyasına götürerek yardım elini bana uzattığı için Ursula'ya minnettarlığımı hatırlayacağım hep.

Chihiro ise ikinci dostum oldu bu sıralar. Hayao Miyazaki'nin muhteşem filmi Ruhların Kaçışı(Sen to Chihiro no Kamikakushi)'nın kahramanı Chihiro'nun resmini görmek nedense ferahlatıyor beni. Onun yüzündeki kararlılık, ancak Miyazaki'nin elinden çıkabilirdi. Resme baksanıza dünyaya karşı tek başına durabilen gözler, Chihiro'nun gözleri. Yenilmeyi asla kabullenmeyen güçlü gözler.

Chihiro ve Ursula... İkisine de minnettar olacağım sanırım yılın geri kalanında...