23 Şubat 2010 Salı

Sevgili Kütüphanem

Yaklaşık bir buçuk yıldır bir kütüphaneye üyeyim ve açıkça söylemeliyim ki kitap satın almaktansa kütüphaneden kitap alıp okumayı daha keyifli buluyorum. Üstelik fark ettim ki kütüphaneme üye olduğumdan beri çok daha kısa süre içinde çok daha fazla kitap okuyorum.

İlk kez "Yahu etrafta hiç kütüphane yok mu acaba?" diye düşünerek internetten araştırıp kütüphanemi bulup kayıt olduğumda bu girişimimin başarısından biraz şüpheliydim. Bir kitabı "ona sahip olmanın cazibesi olmadan" okumak, aynı keyfi vermeyebilir diye düşünmüştüm. Sonra evdeki kitaplığıma baktım ve biraz incelemeden sonra kime verdiğimi hatırlamadığım bir sürü kitabın ortada olmadığını ve bu durumun beni pek de rahatsız etmediğini hatta yokluklarını uzun süre hissetmemiş olduğumu fark ettim. Kısacası bir kitabı okuduğumda zaten benim bir parçama dönüşüyordu ve maddi olarak elimin altında olmalarının benim için hiçbir anlamı yoktu. (Tabii elinde kitabım bulunan arkadaşlar bundan artık kitapları getirmelerine gerek olmadığı sonucunu çıkarmasınlar lütfen ;)

İşin garip tarafı kütüphaneye üye olduktan sonra kitap satın alamaz, satın aldıklarımı da okuyamaz oldum. Sanırım ne zaman bir kitap satın almayı düşünsem zaten kütüphaneden alabileceğimi düşünüp vazgeçiyorum. Kütüphanede olmayan kitapları satın aldığımda da nasılsa bir gün okurum diye kenara koyup kütüphaneden aldıklarımı okumaya devam ediyorum.

Kütüphaneden okumanın bir sürü iyi yanının dışında bir de gizli mesajlarla karşılaşma ihtimalinin hoşluğu var. Kimi zaman kitapların içinde unutulmuş notlar, kimi zaman altı çizilen kelimelerle karşılaşma olasılığı...Mesela bir keresinde benden önceki okuyuculardan biri kitaptaki öyküleri silik bir yazıyla puanlamış, hatta "Bu öykü en güzeli" "Bu fena değil" gibi notlar düşmüştü, nedense bu rehberlik çabası hoşuma gitmişti. Tabii kütüphane okuyucularının kitaplar konusunda genellikle titiz olduğunu ve elime geçen kitapların pek yıpranmamış olduğunu ekleyeyim.

Yazının başından beri kütüphanemin ismini söyleyip söylememek konusunda kararsızım. Açıkçası gerçek kitap okuyucuları kendilerine yakın bir kütüphaneyi zaten bulur diye düşünüyorum. Ve dürüst olmak gerekirse biraz bencillik yaparak aradığım kitapları bulmaya devam edebilmek için işinizi ancak bu kadar kolaylaştırmakla yetiniyorum :)

14 Şubat 2010 Pazar

Orwell'le derdim...

Gerçekte George Orwell'le sorunum Sovyetler Birliği üzerine değil. Bu yazının konusu da Sovyetler Birliği değil. Sovyetler Birliği'ni çok daha aklı başında eleştirecek bir metni keyifle okuyabilirim hatta. Benim sorunum aptal yerine konmaktan hoşlanmıyor oluşumla ilgili.



George Orwell'in "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" romanını nasıl bilirsiniz? Kısa süre önce okudum ben, bir türlü fırsat olmamıştı daha önce okumaya. Okurken hissettiğim duyguların hayranlıktan çok uzak olduğunu söylemeliyim. Evet, hayranlıklarının nedenini çözemediğim çoğu insanın aksine daha çok bir rahatsızlık duygusuydu "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"ü okurken hissettiğim. Bir zamanlar elime bir broşür geçmişti. 80 darbesinin ardından devletçe bastırılan bir propaganda kitapçığı... Orwell'in kitabı bana o küçük kitapçığı anımsattı.

Aslında bu yazıyı ne Sovyetler Birliği'ni övmek ne de yermek için yazıyorum. Benim derdim daha çok Orwell'le. Kitabı önyargıdan tamamen arınmaya çalışarak en azından iyi bir edebiyat eseri okuyacağım umuduyla elime almıştım. Oysa okuma sırasında sıklıkla gözümün önünde gözleri fal taşı gibi açılmış Sovyet öcüsüne karşı uyarılan orta sınıf Avrupalı'nın dehşetli görüntüsü canlandı. Kitap zaten benim için yazılmamıştı sanki 1949'da soğuk savaşın ortasında Sovyet öcüsüyle korkutulması gereken zavallı Avrupalı için yazılmıştı.

Bir kitabı okumaya başladıktan kısa süre sonra içimde çeşitli meraklar uyanır. Yazarı nasıl biridir? Ne zaman, hangi koşullarda yazılmıştır? O kitabı benden önce okuyanlar ne demiştir hakkında? Böyle bir sürü soru uyanır beynimde ve bir yandan araştırırım. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört için de aynı süreç işledi. Beni en çok şaşırtan kitabı okuyanların dikkate değer bir bölümünün kitabı bir şaheser olarak nitelemesi hatta kapitalizme karşı bir başyapıt olarak tanımlaması ve hatta Orwell'i aldatılmış zavallı sosyalist olarak niteleyip ne kadar büyük bir insan olduğundan bahsetmeleriydi. Bir eseri tarihsel konumundan soyutlayıp değerlendirmek belki insanı böyle sonuçlara götürebilir gerçekten. Peki nedir Bin Dokuz yüz Seksen Dört'ün tarihsel konumu?

Sovyetler Birliği'ni ister seversiniz ister sevmezsiniz. Ancak bazı tarihsel gerçekler siz sevseniz de sevmeseniz de var olacaktır. İkinci Dünya Savaşı'nda gerçek mücadele Sovyetler birliği ve Naziler arasında gerçekleşmiştir. Sovyetler 1941'den 1945'e kadar dört sene boyunca Almanlarla savaşmış, müttefikler bu yılların büyük bir bölümünü izleyerek ve Sovyet tehlikesinden Naziler yoluyla kurtulmak umuduyla bekleyerek geçirmiştir. Her ne kadar sinema filmleri tarihi farklı yazsa da Amerika'nın savaştaki asıl rolü Avrupa'yı kurtarmaktan daha çok Japonya üzerinde atom bombası kullanıp yüzbinlerce insanı kavurmak olmuştur. Nitekim Avrupa'nın savaş boyunca müttefiklerden beklediği büyük kurtarma harekatı Haziran 1944'te yani savaşın başlamasından beş yıl sonra ve Sovyetler Naziler karşısında üstünlüklerini garantiledikten sonra başlamıştır.
Peki Sovyetler Nazilere karşı savaşırken ve tam 20 milyon Sovyet insanı hayatını kaybederken -ki 1945'te Türkiye toplam nüfusu 18.790.174'dür yani Sovyetler tüm Türkiye nüfusundan fazlasını kaybetmiştir savaşta- Orwell ne yapmaktadır? Orwell, Hayvan Çiftliği'ni yazmakla meşguldür. Sovyetler Birliği eleştirisi olan Hayvan Çiftliği, Sovyetleri yıkmaya bir davettir. Peki Orwell'in çok entelektüel bu eleştirisi ne zaman yapılmıştır? Naziler Avrupa'nın canına okumuşken, gaz odalarında insanlar yakılırken ve Sovyetler nazilere karşı savaşırken.

Gelelim Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'e... Gerçekten bir kapitalizm eleştirisi midir 1984? Hiç sanmıyorum. Gelecekte üçe bölünmüş dünyada İngiltere'yi de içine alan Okyanusya Devleti'nin sosyalist parti tarafından yönetilmesini anlatan bir kara ütopyadır 1984. Ve tabii Big Brother'a her yerde gözü kulağı olan Big Brother'a bir bakalım, bıyıklı ve kara kaşlı Big Brother'a... 1949'da yaşayan okuyucuya ve şu an hafısasızlaşmayan herkese Stalin'i hatırlatacak olan bıyıklı kara kaşlı Big Brother, tesadüfen mi benzer Stalin'e? Peki baş karakter Winston neyi aramaktadır gerçekte mutlu bir geleceği mi yoksa İngiltere'nin güzel kapitalist yıllarını mı? Kitabın bir bölümünde Winston geçmişin daha iyi olduğunu duymak arzusuyla geçmişi hatırlayanlara sorular sorar. İstediği şunu duymaktır. Geçmişte -yani 1949'da yazılan kitapta 1984 anlatıldığına göre geçmiş 1949 oluyor- dünya çok daha güzeldi. Bu soğuk savaş dünyasında Sovyetler korkusuyla terbiye edilen orta sınıf Avrupalı'sına bir mesajdır aslında. Elinizdeki çok cici Sovyetlerse çok öcü.
Bu nedenledir ki abartılı bir partili profili çizilir, partiye bağlı olan karakterler genellikle aptaldır ve kötü kokarlar(mesela Parsons). İngiliz okuyucu ise canevinden vurulur Sovyetler benzeri bir yönetimde çay bile bulunamaz onun yerine sentetik şeyler içilir!!! 1949'da kitabı okuyan bir İngiliz'in gözündeki korkuyu görebiliyorum doğrusu elinden fincanını düşürerek çığlıklar atmış olmalı. Okyanusya'da çocuklar, ailelerini gammazlarlar, hatta Big brotherın resmine ekmek sardığı için yaşlı bir kadını benzinle yakacak kadar psikopattır çocuklar. Bu bana 1960'lı yıllardan kalma bir Bütün Dünya dergisinde okuduğum anti-sovyet yazıyı anımsattı. Yazının başlığı, "Ana babasını ihbar eden çocuklar memleketi" idi. Orwell'in yaptığı da gerçek anlamıyla halklar arasında düşmanlık ekmekten başka nedir peki? Kitabında yönetenlerin yarattığı suni düşmanlardan bahseden Orwell, gerçekte soğuk savaş döneminde tam anlamıyla bu sürecin bir parçası olmamış mıdır?

Gerçekte George Orwell'la sorunum Sovyetler Birliği üzerine değil. Bu yazının konusu Sovyetler Birliği değil zaten. Sovyetler Birliği'ni çok daha aklı başında eleştirecek bir metni keyifle okuyabilirim hatta. Benim sorunum aptal yerine konmaktan hoşlanmıyor oluşumla ilgili. "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün bir zamanlar Amerika'da okullarda okutulmasına şaşmamak gerekir. Açıkçası ben 1984'ü okumaya başlarken Sovyetlere muhalif ama edebiyat yapan bir yazar okuyacağımı umuyordum ama karşıma çıkan bir propaganda yazarı oldu. Açıkçası eğer kara ütopya ise konu, Aldous Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sı çok daha iyi bir kitaptır bana kalırsa en azından gerçek bir kitaptır..

10 Şubat 2010 Çarşamba

Vakit Gazetesi Uyuyor mu??

Vakit Gazetesi tarafından kutsal değerlere hakaret edildiği iddia edilerek hedef gösterilen Yala Ama Yutma oyununun sahnelendiği Kumbaracı 50, Beyoğlu Belediyesi tarafından mühürlendi. Oyunda yer alan sanatçılar valilik ve emniyete başvurarak koruma talep etti. YAZAR Özen Yula’nın kaleme aldığı, Ayça Damgacı, Cem Yanılmaz, Nebil Sayın ve Can Anar’ın rol aldığı Yala Ama Yutma ile ilgili Vakit Gazetesi’nin başlattığı kampanya oyunun sahnelendiği Kumbaracı 50 sahnesinin mühürlenmesiyle sonuçlandı. Oyun ekibi tehdit içeren yorumlar nedeniyle valilik ve emniyete başvurarak koruma talep etti. Vakit Gazetesi, yeryüzüne bir porno yıldızının bedeninde düşen meleğin hikâyesini anlatan ‘Yala Ama Yutma!” oyununu 2 Şubat tarihinde “Ahlaksız Oyun‘dan tahrik dolu mesajlar” başlığıyla haber yapmış ve “Sağduyulu Müslümanlar, ahlaksız tiyatronun oynanmadan kaldırılmasını istiyor” diye yazmıştı. Yazının devamı için tıklayın...


Haberi görünce Vakit Gazetesi'ne yardımcı olmak ihtiyacı duydum. Sonuçta insanların hangi kültür sanat etkinliğine, kitaba ya da filme saldıracaklarını belirlemek için de bayağı bir takip ve emek gerekiyordur sanırım. Ben bir liste çıkardım tez elden piyasadan toplanması gereken bazı film ve kitapları ya da yayından kaldırılması gereken bazı dizileri belirledim. Listedekilerin nasıl rahatça her yerde bulunup okunup izlenebilir şeyler olduğunu görünce siz de benim gibi soracaksınız "Vakit Gazetesi uyuyor mu???" diye. Aklıma gelenler şunlar:

1- Büyük Buluşma- STV'de yayınlanan dizide sorgu meleği sakallı bir erkek olarak tasvir ediliyor. Oysa İslam inancına göre meleklerin cinsiyeti bulunmamaktadır.

2-
Buz Devri Serisi- Dünyada geçmesine rağmen Adem ve Havva'ya yer verilmeyen seride sadece dinozor vb. hayvanlara yer veriliyor. Evrimci çizgi film çocukların zihnini karartıyor.

3-
Harry Potter Serisi- Seri dinen yasaklanan büyücülük müessesini konu alarak olumluyor.

4- Melekler Şehri- Meg Ryan ve Nicolas Cage'in başrolünde oynadığı filmde dünyaya inen melek bir kadına aşık oluyor.

5- Charlie'nin Melekleri- Müstehcen giyimli üç kadına melek yakıştırması yapılıyor.

6-Matrix- Yaradılış inancına aykırı olarak sanal bir dünyanın varlığından bahsetmeye cüret ediliyor.

7- The Godfather- İsminden kaybediyor


8- Mavi Melek- 1930 yapımı filmde ahlaksızlık yuvası bir gece kulübüne Mavi Melek ismi verilmiş.

9- Tanrı Babanın Hatıra Defteri- Pierre Daninos'un 1966 tarihli romanı. İçindekileri anlatmaya dilim varmıyor.

10-
Angel-A- Luc Besson'un yönettiği filmde yeryüzüne inen sarışın uzun bacaklı melek, başı dertte bir dolandırıcıya yardım etmeye çalışıyor. Ben bu filmde televizyonda izlemiştim, Vakit Gazetesi'nin takip ekibini daha özenli seçmesi gerekiyor bence, böyle şeyler gözden kaçmamalı.

11- Bütün zombi filmleri- Topraktan gelip toprağa gitmeyen yaratıklardan bahsediliyor.

12-Bütün vampir filmleri- Ölümsüzlük sahibi bir türün varlığı iddia ediliyor.

13- Aman Tanrım- Jim Carry'nin başrolünde oynadığı filmde Tanrı rolünü Morgan Freeman canlandırıyor. Bu film de televizyonda yayınlanarak bütün bir nesli zehirlemiştir.

Aklıma gelenler bunlar biraz zorlarsak toplatılacaklar listesine Faust, İlahi Komedya hatta İlyada ve
Odyssey'i bile dahil edebiliriz bence. Sanırım biraz yumuşak davrandım olsun çalışmamın ön açıcı olduğu kanaatindeyim.

9 Şubat 2010 Salı

Üç ay önce terslediğim müşteri temsilcisine gecikmiş özürümdür

Bugün daha önce çağrı merkezinde çalışmış biriyle sohbet etme fırsatı buldum. Anlattıkları oldukça ilginçti. Öncelikle çalıştığı yerde herkes üniversite mezunuymuş. Kendisi de Ankara'da bir üniversiteden mezun olmuş. Çalışma şartlarının çok zor olduğunu, esnek çalışmanın çalışanları çok zorladığını anlattı, "Mesela akşam beşte çıkmaya hazırlanırken bir telefon geliyor ve yediye kadar çalışacaksınız, diyorlardı" dedi. Önceleri fazla mesai ücretlerini alıyorlarmış ama daha sonra öğle yemeği süreleri ve verdikleri kısa iş aralarında geçen süreler nedeniyle kesinti yapıp fazla mesai ücreti de vermemeye başlamışlar.

Bir de takıntılı müşterilerden çok çekiyorlarmış, ismi herkesçe bilinen müşteriler varmış. Birkaçının adını hala hatırlıyordu hatta. Bu kişiler arayınca ekranda uyarı yazısı çıkıyormuş "takipli müşteri" diye. Bu mimlenmiş müşterileri özel birimlere aktarıyorlarmış. Bazı müşteriler de telefonu açıp sadece küfür ediyormuş. Birkaçından bahsetti bana, bir tanesi gece telefonları cevaplanmayınca İstanbul'dan bir müdürün direk telefonunu bulup onu aramış ve "Çağrı merkezinizdekiler telefonumu açmıyorlar" diye şikayet etmiş. Müdür de çalışanları arayıp telefonu açmalarını, yarım saat konuştuktan sonra müşterinin sıkılıp bırakacağını söylemiş. Müşteri ise arayıp müşteri temsilcisine televizyonda o sıralar yayınlanan bir diziyi anlatmış epeyce bir süre.

Sonra müşteriyle 60 saniyeden uzun süre görüşmemeleri gerekiyormuş. Daha fazla telefona cevap vermelerini sağlamak için 60 saniyeden uzun konuşmamalarını istiyorlarmış. Sanırım bu müşteri temsilcisine bir iki soru sorduğunuzda hissettiğiniz gerilimi açıklıyor.

Bulabildiğim verilere göre şu anda Türkiye'de 40 bin civarında insan çağrı merkezlerinde çalışıyor, sendikasız ve temel hakları olmadan çalışan bu insanların neredeyse tamamı üniversite mezunu. İnternette bu konuyla ilgili bir yazıda yazar, "Hepinizi, herhangi bir çağrı merkezini aradığınızda, onlara hemen yasal ve anayasal hakları olan sendikalaşma haklarını desteklediğinizi söylemeye davet ediyorum" diye bitirmiş yazısını. Düşününce, kendi kendime "Neden olmasın?" dedim.


Ayrıntılı bilgi için bkz: http://www.gercegecagrimerkezi.org/2007/12/cagri-merkezleri-ve-emekci-mtler/

Not: Bu arada aylar önce kendisine bir türlü ulaşamadığım için çileden çıkıp sonunda ulaşınca da söylenip durduğum müşteri temsilcisi arkadaş, kusura bakma lütfen...

Ha bir de bu yazıyı okuyup tıpkı Tekel işçilerine yapıldığı gibi "Kardeşim işleri, maaşları var bir de şikayet ediyorlar" diyecek olan olursa ona ancak "Yuh artık!" diyebileceğim. Hatta dedim bile "Yuh artık!"

4 Şubat 2010 Perşembe

Richard Ashcroft

Richard Ashcroft'u severim ben. Hastalıklı çekiciliği ve iticiliği ilginç gelir bana. Ama ilgimin asıl nedeni gönlümü çalan birkaç şarkısıdır ve bu yüzden biraz torpil geçme eğilimim vardır ona. Mesela "The Drugs Don't Work" şarkısının ayrı bir yeri vardır gönlümde (şarkının uyuşturucuyla ilgili olmadığını da not olarak düşeyim bu arada.) Kayırma eğilimim vardır kendisini, arada bir saçma sözler sarf ettiğini duysam da duymazdan gelirim. En sevdiklerimden başlayarak ufak bir seçme yaptım size, yalnız müzik dinlemek hoşuma gitmiyor bazen ;)

3 Şubat 2010 Çarşamba

Otuzuncu Yaş ve Josef K. Sendromu

Geçen sene doğum günümde İstanbul'daydım. Bloga da yazmıştım o zaman gripten yataklara düşmüş, epeyce sürünmüştüm. Bu yıl turp gibiyim...

Bu yılki doğum günüm biraz daha özellikliydi benim için. Otuzuma girdim. Dün gece doğum günüme saatler kala içimi saran korku bu akşam terk etti beni. Ben bu korkuya Josef K. sendromu ismini taktım. Kafka'nın Dava'sında otuzuncu doğum gününde iki adam tarafından sebepsiz ya da kendinin bildiği bir sebep olmaksızın tutuklanmıştı Josef K. Bu yüzden otuzuncu yaş günümde benim de başıma Josef K.'nın başına gelen türden bir şey gelir mi diye endişeliydim biraz. Gerçi halen gün bitmiş değil hemen rahatlamamak, birkaç saat daha tetikte olmak gerekir ama şimdilik her şey yolunda gitti.

Otuzuncu yaş ilginç bir şey. Sanki 29 yaşınızı bitirip otuz yaşına ayak bastığınızda içilen bir iksir, sizi başka bir şeye çevirecekmiş gibi... Ama iksiri içip bekliyorsunuz "tık" yok. Biraz daha bekliyorsunuz yine "tık" yok. Aynaya bakıyorsunuz "Var mı bir anormallik?" diye. Pek de farklı görünmüyorsunuz önceki günden, ne üçüncü bir gözünüz çıkmış ne de başınızda bir hale var.

Yine de dedim ya tetikte olmak lazım gün bitmedi daha. Ne de olsa "otuz yaş" pek de hayırlı bir şey değildir en azından edebi açıdan. Kahraman otuzuna girmeyegörsün başına bir şey gelme ihtimali epey yükselir. Sinemada bakire kızların sürekli şeytan ayinlerine kurban gitme tehlikesiyle yaşaması gibi otuzlu yaşlardaki kahramanların durumu da pek sağlam değildir. Bu nedenle evet evet kesinlikle tetikte olmakta fayda var bu gece.

Not: Bugüne kadar benden önce otuz yaşına giren bütün arkadaşlarımın doğum gününü kutlarken "Neeeeee OTUZUNAAAA MIIII girdin? İnanmıyoruuuum" diyerek onlara takılan ben, bütün gün hangi arkadaşlarım kinciymiş öğrenirim diye aynı sözleri duymayı bekledim durdum. Kimse bana aynı şakayı yapmadı, bütün arkadaşlarım çok tatlıydı. Olsun ben benden sonra otuzuna giren arkadaşlarıma yapacağım aynı şakayı. Eğlenceli çünkü ;)