27 Ocak 2009 Salı

Sadness Locked In A Song

Tesadüfen rastlayıp sevdiğim bir şarkı...Albümün tamamını dinlemek için:

http://www.jamendo.com/en/album/9025 sitesini ziyaret edebilirsiniz....



26 Ocak 2009 Pazartesi

Kısa Amerika Tarihi

Bu videoyu bir arkadaşım göndermiş. Amerika Tarihi'ne kısa bir bakış:)

25 Ocak 2009 Pazar

"İyi İnsanlar"a...

Pazar, öğlen... Zigana Dağları'nda çığ... "Çok sayıda dağcı çığ altında" diyor haberlerde spiker . Eğer işe yarayacaksa bütün dinlerin diliyle hepsinin kurtulmasını diliyorum...

Hayatını tutkuyla bağlandığı şeyi yaparken kaybeden insanlar içimde gerçek bir acı yaratıyor. Yıllar önce dağcı Uğur Uluocak'ı kaybettiğimizde anladım nedenini bu gerçek acının. Kim olduğunu bilmeden oturup hüngür hüngür ağlamıştım ölümünü öğrendiğimde. Ağlamıştım cünkü yaşama bu denli tutkuyla bağlı insanların daha çok yaşaması gerekiyor. Ağlamıştım çünkü hayata, onu tehlikeye atacak kadar büyük bir aşkla bağlı insanların "iyi insanlar" olduklarını düşünüyorum.

İki kişinin öldüğü söyleniyor, daha fazla yazamayacağım... Ve eğer işe yarayacaksa çaresizce bütün dinlerin diliyle daha fazla iyi insanın bizi terk etmemesini diliyorum.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Kızıl Şafağın Sırrı


Mitoloji okumayı seviyorum. Bu zevki ilk olarak Odysseia'yı okuduğumda tatmıştım. Odysseia'dan sonra da büyük bir açlık duymaya başladım. Özellikle Yunan Mitolojisi, hikayelerin yaşadığımız topraklar üzerinde geçmesi nedeniyle daha da çok büyülüyor. Belki de inanışların, tanrıların, ahlak algısının ne denli değişken olduğunu hissettirdiğinden mitoloji, bu kadar etkiliyor beni. Bugün sadece kendi inanışlarımıza has saydığımız, özgün olduğuna inandığımız pekçok şeyin kaynağını mitolojide buluyorum ve bu yüzden mitoloji okumak, aynı zamanda çok eğlenceli bir uğraş.
Şu sıralar Michael Köhlmeier'in "Tanrıların Masalları" kitabını okuyorum. O kadar keyifli ki paylaşmadan edemeyeceğim hem belki benimkini şenlendirdiği gibi sizin gününüzü de şenlendirir. İlk olarak Şafak Tanrıçası Eos'tan bahsedelim ve kızıl şafağın sırrından:

Eos, güneşin gökte yükselmesinden önce göğü saran Şafak'tır. Tanrıça Eos'un görevi, erkek kardeşi Helios'a yani Güneş'e yol açmak. Helios, güneş arabasıyla gökyüzünde dolaşır. İşte şafak tanrıçası Eos, erkek kardeşi için göğü hazırlar. Peki şafağın neden kızıl olduğunu düşündünüz mü hiç? Şafağın kızıl olmasının da bir hikayesi var elbet. Bu aşk, intikam ve şehvet hikayesini size Köhlmeier, anlatsın:

"Ares(savaş tanrısı), Eos'a aşık olmuştu. Aslında Ares için aşktan sözetmek oldukça zordur, Eos'u büyük bir ihtirasla arzuluyor, ona sahip olmak istiyor dememiz uygun düşer. Hem de kendine has o iğrenç, gönül bulandırıcı yöntemlerle yapmak istiyordu bunu. Belki de Eos'un gül parmakları, gül ışınları ona kendi kanlı kargılarını hatırlatmıştı. Her nasıl olduysa oldu: Narin olan, kaba olanı etkilemişti. Ares, Eos'un yolunu gözleyerek ansızın karşısına çıkmıştı. Maalesef söylememiz gerekir ki, narin olan da kaba olandan hoşlanmıştı.

Ares,
aynı zamanda başka bir gönül ilişkisi de sürdürüyordu, hem de Aşk Tanrıçası Aphrodite ile. Ve Aphrodite, son derece kıskanç bir sevgili idi. ...Aphrodite, sevgilisinin o yumuşak, narin, çıtı pıtı Eos'u kendisine yeğ tutmasından hiç mi hiç hoşlanmamıştı.

Aphrodite
'in arkadaşı olmak ne kadar güzel bir şeyse, Aphrodite'in düşmanı olmak aynı derecede korkunç bir şeydir. ..Ve Aphrodite, Eos'u lanetledi, onun kalbini genç ve ölümlü erkeklere karşı bitmez tükenmez, dindirilmez bir arzu ile doldurdu.

O andan itibaren Eos, doğudaki ufuktan belirir belirmez, gözleriyle uyumakta olan genç erkeklerin odalarını aramaya başlamaktadır. Onlara ihtiyacı vardır, onlarsız yapamaz. Eos, bundan dolayı son derece utanıyor, gökyüzü sabahları utancından kıpkırmızı kesiliyordu. Fakat elinden başka bir şey gelmiyordu ki! Her gece sabaha kadar kıvranıyor, ilk ışınlarının kimin üzerine düşeceğini düşünüp duruyordu. Aphrodite'in lanetinden kurtulmak imkansızdır."

İşte hayranlıkla izlediğimiz kızıl şafağın hikayesi böyle. Utancından kızarıyormuş meğer şafak... Belki siz de bir sabah Kızıl Şafağın Tanrıçası'yla karşılaşırsanız bu hikayeyi ve kıskanç bir aşığın ne kadar tehlikeli olabileceğini hatırlarsınız. Tabii genç bir erkekseniz, yatmadan önce perdeleri sıkı sıkı kapatmayı da seçebilirsiniz, artık size kalmış :)

Umarım gelecek günlerde Prometheus'den, Atlas dağlarının hikayesinden, Afrika'da yaşayan insanların derilerinin neden koyu renk olduğundan bahsetmeye de fırsat bulurum. Ha bir de kitabı okumadıysanız, okumanızı tavsiye ederim: "Tanrıların Masalları/Michael Köhlmeier- Yurt Yayınları"

17 Ocak 2009 Cumartesi

Yaşam Öyküsü

Şükran Yiğit'in "Ankara Mon Amour" isimli kitabını okuyorum. Bir süre önce fikirlerine çok değer verdiğim canım dostum Erhan Altınkaynak, tavsiye etmişti bu kitabı. Geçenlerde yine aklına güvendiğim yazarlardan Kemal Okuyan'ın da bu kitap üzerine yazdığını görünce alıp okuyayım dedim. Şimdilik zevkle okuduğumu söyleyeyim, ama bitirene kadar kesin hükmümü açıklamayacağım. Ancak Şükran Yiğit'in yetmişler ve seksenlere ilişkin yazdıkları beni kendi çocukluğum üzerinde düşünmeye yöneltti. Aklıma bir zamanlar yazdığım kısa yaşam öyküsü geldi. İki yıl süren gazetecilik yaşamımın başlamasına vesile olan Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'na başvururken istemişlerdi bir yaşam öyküsü yazmamı. Tarih Kasım 2004 ve şöyle yazmışım:

YAŞAMIMA DAİR...


-Cumhuriyet Senatosu'nda 1980 Mali Yılı Bütçesi görüşülmeye başlandı. Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil, toplantıyı açış konuşmasında, anarşi ve enflasyonun ülkeyi etkisi altına aldığını belirterek, «Ülkeyi refaha kavuşturmak için Cumhuriyet Hükümetlerinin harcadığı çabalara,devlet ve milletçe, el ve gönül birliği içinde katılarak, bu güçlükleri geride bırakacağımıza şüphe yoktur» dedi.
Maliye Bakanı İsmet Sezgin, bütçe görüşmelerinde vergi tasarısına değinerek, «ABD, Ticari Bankalar ve IMF'den sağlanan kredilerin 364 milyon dolarlık kısmı, hesaplarımıza intikal etmiş bulunmaktadır» dedi.
-Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, Ortaklık Konseyi'nin Brüksel’de yapılacak toplantısına katılmak üzere, Belçika'ya gitti. Bakan, Yeşilköy’e hareketinden önce gazetecilere yaptığı açıklamada, «Türkiye'nin ekonomik ve siyasal çıkarını AET'ye tam üye olmasında görüyoruz» dedi.
-Türk - İş Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, Ankara'da basına yaptığı açıklamada, DİSK'in aldığı «Genel grev ve kitle eylemleri» kararını kesinlikle desteklemeyeceklerini bildirdi.
-İstanbul ve Adana'da meydana gelen olaylarda 3 kişi öldürüldü.Öte yandan yine İstanbul'da askerlerin «Dur» ihtarına uymayan bir Fransız turist vurularak öldürüldü.
-2 Şubat’ta Ankara’da çıkan ve Zekeriya Önge’nin ölümüyle sonuçlanan olaylar sırasında gözaltına alınan Erdal Eren isimli lise öğrencisi tutuklandı.



3 Şubat 1980’de doğdum ve doğduğum gün ajans, bu haberleri geçmiş. Kötü zamanlarda doğdum. Ben doğarken özgürlüğünü kaybeden lise öğrencisi ise sadece 46 gün süren bir yargılamanın ardından idama mahkum edildi ve yaşı mahkeme kararıyla büyütülerek öldürüldü. Türkiye’nin karanlık bir dönemine açtım gözlerimi ve doğumumdan yedi ay sonra gelecek darbeyle her şeyin daha karanlık olduğu bir döneme girecekti ülke.
Doğduğum yer olan Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinin insanların yaşamak isteyecekleri yerler listesinde ilk sırada olduğu söylenemezdi. Annem ilçede avukatlık yapıyor babamla birlikte yerel bir gazete çıkarıyorlardı. Her ikisinin de herkesin sustuğu zamanlarda susamamalarından olacak başları beladan kurtulmadı. İlçede dualar okuyup üfleyerek şifa dağıtanları engellemeye çalışıp, gericileri karşılarına alınca sıkıyönetim mahkemesince yargılandılar, suç büyüktü: komünizm propagandası yapmak. Zor zamanlar... Ülkenin her köşesinde bazı evlerin odun yerine yakılan kitaplarla ısındığı zamanlar...
Ben büyüyordum ve ülke değişiyordu. Artık televizyon vardı evimizde ve gözlüklü, bıyıklı bir adam sık sık ekranda görünüyordu. Elindeki kalemle sürekli bizi dürten bu adam, kalkınmadan, yollardan, köprülerden zenginlikten bahsediyordu bir de KDV denen bir şeyden. Zenginleri sevdiğini söyleyen bu adamın bahsettiği kalkınma, yaşadığımız ilçeye hiç uğramıyordu ama KDV herkesin cüzdanına uğramıştı gerçekten. Her şey hızla değişiyordu. Zaman işini bilenlerin zamanıydı, bu zamanda yetişen benim kuşağım ise “seksen sonrası kuşağı” olarak hep acıma ve kaybedilmişlik hissiyle anılacaktı kendinden öncekiler tarafından.

Ortaokulu ilçede tamamladım. Anadolu Öğretmen Liseleri’ne giriş sınavını kazanınca il merkezindeki yatılı okula kaydoldum. On altı kişilik koğuşlarda kalan öğrenciler ve bütün ranzalarda aynı yöne yerleştirilmiş yastıklar...Yastıklar düzenli olmaktan değil ayaklar Kabe’ye dönük olarak yatılması günah sayıldığından yerleştirilmişti aynı yöne doğru. Lisenin ilk yılları geçmişti, ben Sartre, Camus, Dostoyevski, Nazım, Sabahattin Ali ve Kafka'yla, edebiyatla tanışmıştım ve gizlice okunan birkaç ilerici edebiyat, bilim dergisiyle.

Ben değişirken sınıf arkadaşlarım da değişiyordu. Son sınıfa geldiğimizde neredeyse bütün kız arkadaşlarım türban takmaya başlamış, erkek arkadaşlarımsa Ülkü Ocakları’na mı yoksa Aczimendiler’e mi katılacakları konusunda kararsızlık içine düşmüşlerdi. Kızlardan birinin bir konuşma sırasında önemli bir sır verircesine kısık sesle söylediği şu sözler aklımdan çıkmıyor hiç:”Biliyor musun peygamberimizin ruhu Fethullah Gülen efendimizin yurtlarını ziyaret ediyormuş”.

Yine de aynı zamanda hayatımın en güzel zamanlarıydı Yozgat’ta geçirdiğim günler. Okulun etrafındaki yeşil tepelerde okuyarak geçirilen zamanlar ve şehrin toz içinde olmasından kaynaklanan, hayatım boyunca belki de başka hiçbir yerde göremeyeceğim güzellikteki günbatımları...
Lise yılları bitti ve ben Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. Bir daha görmeyeceğimi umduğum lise idarecileri ise üniversitenin üçüncü yılında fakültenin kantininde aniden karşıma çıkıverdiler. Odasında “ya sev ya terk et” yazısı asılı müdür yardımcısını karşımda devletçe bize verilmesi gereken bursları ceplerine atmaları nedeniyle açılan soruşturmadan kurtulmak için bana bir ibraname imzalatmaya çalışırken daha doğrusu bunun için yalvarırken buldum. Anlaşılan onlar gerçekten de sevmişlerdi ülkelerini.

....................................................................


Yaşam öyküm, şu cümlelerle bitiyor:

"Avukatlık stajım Kasım ayı itibariyle sona ermiş olacak ve ben bugün hayatıma istediğim şekilde yön verme çabası içindeyken yaşamımın büyük bir bölümünde içimde taşıdığım herkes için daha güzel bir dünyanın yaratılabileceğine dair inancımı hiç kaybetmemeyi diliyorum." Kasım 2004

16 Ocak 2009 Cuma

Müzik....

Son günlerde en çok bu şarkıyı dinliyorum. Doğrusu Joan Baez'in bütün şarkılarını sevmiyorum ama "It aint me babe" ve "The Partisan" yorumları gözlerimi yaşartacak kadar güzel. "The Partisan" ın sevdiğim eski kaydını yütlemekte zorluk çektiğim için sadece bunu paylaşabiliyorum...

dinlemek için:

Joan Baez - It Aint Me Babe
Yükleyen mikmax55

Mürekkep

İşten çıkıyorum, şehre karanlık çökmüş. Hızlı adımlarla yürüyorum, soğuk...Soğuk huzursuz hissetmeme neden oluyor, oldum olası hiç hoşlanmadım soğuktan. Küçükken öyle yaklaşırdım ki sobaya, daha sıcak daha sıcak olsun diye parmaklarımı yakardım hafifçe. Sonra soğuk cama dokunup acısını dindirirdim. Bir an önce eve ulaşmak istiyorum, aradaki bütün durak, otobüs bölümleri öyle zor ve gereksiz geliyor ki.
Neyse ki otobüs çabuk geldi, içi sımsıcak. Neredeyse tamamen boş olan otobüsün pencere kenarındaki koltuklarından birine oturuyorum. Otobüste fazla boş yer olması ve seçim yapma şansı doğmasını hoş bulmuşumdur hep. Çantamdaki dergiyi çıkarıp bir yazıya göz gezdiriyorum. Birazdan başımı kaldırdığımda otobüsün Kızılay'a geldiğini fark ediyorum. Kente bakıyorum öylesine berrak ki her şey. Işıklı tabelalar, insanlar, arabalar... Birden bu görüntüyü daha sonra da hatırlayacağımı hissediyorum. Güzel görünüyor her şey ve otobüs sımsıcak... Ankara'yı güzel bulmamı garipsiyorum doğrusu. Sonra içimde uzunca süredir yayılan bir duyguyla yeniden karşılaşıyorum. Bir bardak suya damlatılan mürekkep gibi içimde yayılan duyguyla...
Tanıyorum bu duyguyu, adını biliyorum: adı "kaygı"...Düşünüyorum neslimizin nasıl yorgun düştüğünü. Kendi kendime diyorum ki bizim neslimizi yoran, erkenden büyüten hatta yaşlandıran şey bu: Kaygı. Çalışmak ya da mücadele etmek değil bizleri yoran, bizi yıpratan şey, kaygı. Kendimiz için, geleceğimiz için, dünya için, ülkede olup bitenler için, iş bulmak, işimizi kaybetmemek, faturaları ödemek, emekli olabilmek, hastaneye gitmek zorunda kalmamak, kredi kartı borçlarını ödemek için duyduğumuz kaygı... Kaygı, yaşamımızı sarıyor, bitkin düşürüyor bizleri.
Eve ulaştığımda ben de yorgun düşmüş buluyorum kendimi... Haberlere göz gezdiriyorum. İsrail, Gazze'de ilerliyor, işten çıkarmalardan bahsediyorlar, Tuncay Güney adındaki bir adam konuşuyor ekranda, sokak aralarında bombalar bulunuyor, Ergenekon diyor biri, diğeri Fethullah Gülen'den bahsediyor...Televizyonu kapatıp yatmaya gidiyorum, sabah uyandığımda daha iyi hissederim belki.

13 Ocak 2009 Salı

cinnet


Dün gece uyku yine tam da kendimi teslim etmeye hazırken terk edince gözlerimi, karanlıkta daha da büyüyen gündüz sıkıntılarından kaçıp Nabokov'un kucağına sığındım. Nabokov'un deha ışığıyla parlayan kucağına...Hep O konuştu, ben de dinledim. "İnsan bir dehayla dostluk kuracaksa dinlemeyi bilmeli" diye düşündüm kendi kendime.
Solgun Ateş'i okuduğumda beni etkileyen şeyin ne olduğunu tam olarak kestirememiştim ama Cinnet'i okuduktan sonra bunu anlayabildim. Solgun Ateş, dehanın ustalığa eşlik ettiği bir kitaptı. Nabokov'un geç dönem ürünlerinden olması nedeniyle bu anlaşılabilir bir durum. Cinnet'te ise deha, yoluna ustalık olmaksızın devam ediyordu bana kalırsa...Yine de deha, ustalık olmaksızın da yeterince göz kamaştırıcıydı.
Nabokov'un kitaba yazdığı önsözden bir alıntı yapmak istiyorum, şöyle diyor:'Cinnet diğer kitaplarımın akrabasıdır ve onlar gibi ne bir toplumsal eleştiri içerir, ne de koşa koşa getirdiği ağzına sıkıştırılmış bir mesajı vardır. Ne insanın ruhsal organını uyandırır, ne de insanlığa doğru çıkış kapısı gösterir. Heyecanlı propagandacıya yuhalanma sırasında kısa yankı koridorunda öylesine kendinden geçerek alkışlanan ağır, kaba romanlarından çok daha az 'fikir' içerir.'
Önsözde ve kitapta dikkatimi çeken bir diğer şey ise şu: Nabokov, önsözde kitabına ilişkin 1939'da bir eleştiri yazan ve Cinnet'i değerlendirirken 'Hem yazar hem de baş kahraman, savaşın ve göçün kurbanı' diyen J.P. Sartre için 'ahmakça bir makale kaleme alan komünist eleştirmen' ifadesini kullanarak Sartre'ı açıkça aşağılıyor; buna karşın elimdeki İletişim Yayınları 2003 baskısının arka kapağında kitap J.P. Sartre'dan yapılan alıntı ile sunulmuş. Nabokov, kitabının ahmakça değerlendirdiğini düşündüğü Sartre'dan yapılan alıntıyla sunulduğunu görse ne düşünürdü merak ettim doğrusu...
Elbette bu noktada yazarların kitapları ve kahramanları hakkında son ve kesin sözün sahibi olup olmadıkları ayrıca tartışılabilir. Kısacası Cinnet bir baş yapıt olmasa da Nabokov'la teşrik-i mesai yapmak açısında ilgi çekici bir kitap.

6 Ocak 2009 Salı

NEHİR

Dünyanın en güzel filmi diye bir şey var mıdır? Benim için var. Elbette bu son derece kişisel bir seçim... Kısacası benim için dünyanın en güzel filmi Ulysses' Gaze. Yunan yönetmen Theo Angelopoulos'un izlediğim tüm filmlerine bayıldım ama bu benim için biraz başka. Nedenini açıklamak zor, hani bir şarkıyı sadece kulağınıza hoş geldiği için değil size bir dönemi hatırlattığı için başka türlü seversiniz öyle bir şey işte... Aşağıdaki bölüm filmin en sevdiğim kısmı...Parçalanan ve iç savaşa sürüklenen Yugoslavya'da farklı bir nehir yolculuğu... Eleni Karandriou'nun müthiş müziğiyle...
Görüntü yeterince büyük olmadığından fark etmek zor ancak nehir kıyısına koşan insanlar "istavroz" çıkarıyorlar. Bu sahne belki de bu yüzden etkiliyor beni..."Lenin" in yıkılmış heykelini selamlarken aslında geride kalmış bir dönemi, birlikte savaşmadan yaşayabildikleri bir dönemi kendilerince en değerli şeyle selamlıyor, daha doğrusu veda ediyorlar... Lenin ve "istavroz" çelişkili görünüyor belki ama işte bu yüzden çok insani geliyor bana ve içten...


OTURMA ODAMDAKİ ÖLÜ FİLİSTİNLİ

Aşağıdaki metni eski yazıları karıştırırken buldum, 2002 yılında yazmışım. Şimdi 2009 yılındayız. Ne zaman bitecek bu vahşet?


haberlerde ölümünü izlediğim Ceninli Filistinliye

Her yan kan gölüne dönüştü. İnsan olarak dünyaya gelmiş olanlar başka insanları yok ediyorlar. Az sonra beynine bir kurşun sıkacağı adamın gözlerinim içine bakıyor bu insanlar ve tetiğe basıyorlar. Öfkenin ziftten denizinde insanlar birbirlerini boğuyorlar. Filistin’de vurulan adamın son nefesi benim oturma odamda yankılanırken dünya alabildiğine duyarsız toplu poz vermeyi seven takım elbiseli adamlar başlarını yukarı kaldırıp ıslık çalıyorlar, neşeli bir melodi.
İnsan olmak ne zor.
Birden üzerime bir karanlık çöktü. İnsan hayatı ne kadar değersiz. Daha önce hiç karşılaşmadığı, belki varlığından bile haberdar olmadığı bir İsrail askeri aldı bugün o Filistinlinin canını. Belki yakın tarihlerde doğmuşlardı. Belki aynı gün öğrenmişlerdi “anne” demeyi ya da yürümeyi. İsrail askeri bir kıza aşık ve evlenecek belki gelecek yaz biterse harekat oysa Filistinli gencin Ayşe’si için hayat artık daha zor olacak tabii eğer yaşamayı becerirse biraz daha.
Ne vahşet!
Altmış yıl önce faşistlerce fırınlarda yakılan Yahudi kadının torunları bugün tekrar kuruyor parçalanan insan fırınlarını bu kez başka bir halk için. 31 Mart 2002