28 Mart 2010 Pazar

Susuyorsam sebebi var

Geçici olduğunu umduğum ses kaybım bu sabah uyandığımda da geçmemişti. İnsan ağzını açtığında normal normal konuşmaya yıllardır alışmışken birden ortaya çıkan bu Godmother imajına alışamıyor hemen. Hafta sonu olmasından ve evde yalnız olmamdan dolayı aslında çok da zorlanmadım insan yalnızken konuşmadan yaşaması daha mümkün. Böyle olunca kendinizi daha az hasta olarak hissediyorsunuz ama gelen telefonlar oldukça zorluyor o zaman hissediyor insan eksikliğini.

Her neyse sessiz günlerimi daha çok televizyon izleyerek geçiriyorum, insan kendisi konuşamayınca orada burada konuşanların saçmalamaları daha bir gereksiz ve daha bir saçma geliyormuş. Bir de "Kör ölür badem gözlü olur" hesabı sessizlik sürem uzadıkça "Ahh ah şimdi sesim yerinde olsaydı nasıl süper şarkı söylerdim" gibi son derece gerçek dışı düşünceler oluşmaya başlıyor beynimde.

Daha fazla sürerse bu durum sessizlik yemini etmeyi düşünüyorum. Boşa gitmesin çektiğim eziyetler.

25 Mart 2010 Perşembe

Thomas More ve Aklın Yolu

Thomas More... Ütopya'nın yazarı, fikirlerine ve ilkelerine canı pahasına bağlı kalan devlet adamı... Thomas More'un Ütopya isimli eserini okumadıysanız size tavsiyem bir an önce okumanız. Ben İş Bankası Yayınları'nın 2000 yılı basımını okudum, girişteki ayrıntılı Mina Urgan incelemesi, Vedat Günyol, Sabahattin Eyyüboğlu ve Mina Urgan çevirisiyle sizin için de iyi bir seçim olabilir.

1516 yılında yazılmış More'un Ütopya'sı. Özel hayatında koyu bir Katolik olan hatta VIII. Henry ile Katolik Kilisesi arasında kalınca başını kaybetmek pahasına Katolik Kilisesini seçen More'un Ütopya'sı bugün için bile devrimci fikirler içeren bir eser. Bu, kimilerine göre çelişkili; yani More'un özel yaşamındaki sofuluğu ile Ütopya'da tabuları bir bir kıran fikirleri, uzlaşamayacak biçimde farklı. Bense More'un hayatından ve yazdıklarından "Aklın yolu bir" sonucunu çıkardım. Ütopya'dan birkaç alıntı yapmadan edemeyeceğim, 1516'de More'un yazdıkları, sizlere bugün için de çok anlamlı gelecek eminim:

İngiltere'de en ufak hırsızlık suçunun bile idamla cezalandırıldığı dönemde More, insanların işsiz bırakılmasını suça itilmelerinin başlıca nedeni olarak görüyor ve insanlar için yeni işlikler kurulması gerektiğini söylüyor ve şöyle devam ediyor:

"....Yoksulluk yüzünden bugüne dek hırsızlık, serserilik ya da uşaklık eden, aşağı yukarı aynı kaderi paylaşan bir sürü insan oralara gidip yararlı bir çalışma yoluna girsin. Bütün bu anlattığım dertlere çare bulamazsanız, adaletinizle övünmeyin: İnsafsızca, budalaca yalan söylemiş olursunuz.
Milyonlarca çocuğu, bozucu, körletici bir eğitimin pençesinde bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor; büyüyüp suç işledikleri zaman, yani içlerine çocukluktan giren kötülük tohumları acı meyvelerini verdiği zaman ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak."

Bir başka alıntı daha... Nedense bana bugün yapılan sözde demokratik Anayasa tartışmalarını hatırlattı bu paragraf:

"İşçiye gelince, nedir işçinin kaderi? Bugün için verimsiz, kısır bir işin altında ezilmektedir ve yarın için beklediği de yoksulluk, dilencilik içinde geçecek bir ihtiyarlıktır. Aldığı gündelik, günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez. Nasıl kazancından bir parçasını ayırsın da yaşlı günlerindeki geçimini sağlayabilsin?

Soylu geçinen kimselere, altınlar elmaslar içinde yaşayanlara, aylaklara ya da süsten geçinenlere, bu boş keyifleri körükleyip beslemekten başka işi olmayan bu insanlara bu kadar bol keseden varlık dağıtan bir toplum haksız ve nankör değil de nedir? O toplum ki kendini asıl yaşatan çiftçinin, kömürcünün, arabacının, marangozun, işçinin dertleriyle kaygılanmaz, hiçbirine acımaz. O toplum ki insafsız bencilliği içinde daha fazla iş, daha fazla çıkar sağlamak için emekçi insanların gençlik gücünü kıyasıya harcar; zavallılar yaşlandılar hastalandılar mı, ellerinde avuçlarında bir şey kalmadı mı, iş başında sabahladıkları günler, gördükleri önemli bunca iş unutulur, bütün bunlara karşı toplumdan gördükleri ödül açlıktan ölmektir.

Dahası var. Zenginler her gün yoksulların gündeliklerini kıstıkça kısarlar. Bunun için yalnız hilelere başvurmakla kalmaz, yasalar da çıkarırlar. Devletin en yararlı insanlarına karşı böyle davranmak apaçık bir adaletsizliktir diyeceksiniz ama, zenginler bu canavarlığı yasalar yoluyla bir adalet kılığına bürümüşlerdir.

İşte bu yüzden, bugünün gösterişli devletlerini gözden geçirince, bunlar içinde benim gördüğüm tek şey şudur aldanmıyorsam: Zenginler Cumhuriyet, halk egemenliği gibi parlak sözler altında yoksulların kuyusunu kazıyorlar. Türlü düzenler ve akla gelmedik yollarla bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar.

İlk sağlamak istedikleri, kimi az kimi çok haksızlıkla elde edilmiş bir serveti dünya durdukça dokunulmaz bir mülk haline getirmek, ikincisi de yoksulların açlığından, bedenlerinden yararlanmak ve onları yok pahasına çalıştırmaktır."

23 Mart 2010 Salı

Bolero ve Hayat

Otobüs ve dolmuş yolculukları kitap okumak için iyi fırsatlardır. Sanırım ben bu fırsatı değerlendirmeyi bu kış biraz abartmış olmalıyım ki geçen gün kitabı bırakıp dışarı baktığımda kış boyunca etrafta bir sürü yeni mağazanın açıldığını görüp şaşırdım epeyce. Bir de baharın geldiğini fark ettim tabii... Hatta bugün yol boyunca tek satır okumadan etrafı izledim. Güneş güzel şey.

Her mevsim değişiminde insanların yüzlerce yıldır devam eden bu mevsim değişimi döngüsünü nasıl hep yeni bir şey oluyormuş gibi karşıladıklarını düşünüp garipsiyorum. Hadi insanların binlerce yıllık tarihini bir kenara bırakalım bir insanın kişisel tarihinde bile sürekli tekrarlanan bir şey mevsim değişimi. Yani daha basit şekilde ifade edeyim: Her sene her sene aynı şey olup duruyor. İlkbahar yaz sonbahar kış...Sonra hooop yeni baştan ilkbahar yaz sonbahar....Bunda bir gariplik yok ama her mevsim değişiminde yeni bir şeyle karşılaşıyormuşuz gibi tepki vermemiz ilginç bana kalırsa. Sonra sürekli havalardan konuşmak mesela...Yüz yaşına kadar yaşasa da insan denilen varlık her hava değişimine yorum yapmaktan alamıyor kendini ve hep şaşırarak: "Havalar da nasıl ısındı?" "Havalar çok soğuk bu sene." "Havalar ısınacakmış daha" vs. vs... Türümüz aklını havayla bozmuş durumda bana kalırsa...

Hayatın bu sürekli tekrarlanan döngüsü Bolero'yu hatırlatıyor bana. Fransız besteci Maurice Ravel'in Bolerosu'nu bilirsiniz. Aynı melodi sürekli tekrarlanır durur. Her bölüm bitişinde yeni bölümde farklı bir melodi duyacağınızı sanırsınız oysa duyduğunuz yine aynı melodidir ama her bölümde farklı enstrümanlar çıkar ortaya. Garip biçimde Bolero tıpkı hayat gibi sürekli beklentinizi canlı tutar, parça boyunca "Bu kez değişik bir şey olacak" hissiyle dinlemeye devam edersiniz. Yine gariptir ki sıkılmazsınız Bolero'dan. Sonuna kadar dinlersiniz bir kez başladıysanız. Tahmin edebileceğiniz üzere bu yazıyı yazdığım sırada Bolero dinliyorum. Siz de dinlemek isterseniz aşağıya göz atın...


18 Mart 2010 Perşembe

Cemil Meriç

Cemil Meriç okuyorum şu sıra. Her yazdığı aklıma yatmasa da insan, Cemil Meriç okurken ne kadar engin bir denizle karşı karşıya olduğunu anlıyor hemen. Şaşkınlığa sürükleyen bir bilgi birikimi Meriç'inki. Doğrusu Cemil Meriç okurken bugünlerde sıkça orada burada görünen, televizyon ekranlarında "aydınız biz" diye dolaşanlar iyice hilkat garibesi gibi görünmeye başladı gözüme. Cemil Meriç okurken insan, okumadan geçirdiği zamanlara hayıflanıyor, daha çok okumak daha çok öğrenmek iştahı yaratıyor Meriç. Onun kendi gözlerine mal olan okuma iştahı, yazdığı her satırda okuyucusuna da bulaşıyor. Başta söylediğim gibi Meriç'in fikirleri tartışma konusu yapılabilir belki ancak hiçbir kalıba sığmayan bu kendine has düşünürün önemi ve değeri konusunda yapılacak bir tartışma yok bana kalırsa.

Bu arada TRT'de yayınlanan Cemil Meriç belgeseli de ilginizi çekebilir... İzlemek için tıklayın...


15 Mart 2010 Pazartesi

Hayat ilginç gerçekten...

Hayat ilginç bir şey. Oturmuş sıradan işlerle ilgileniyorsundur, masanın başındasın ve günün, işlerin kadar sıradan... Sonra bir müzik çalınır kulağına başını aniden kaldırırsın "Bu da ne?" diye. Sesin kaynağına, rastgele bir internet radyosu dinlediğin bilgisayara bakarsın. Daha önce duymadığın bir filmin müziği... Merak edersin "Kim bu güzel müziği yaratan?" diye. Philip Glass'la tanışırsın böylece. Filmin adının Mishima olduğunu, Glass'ın 1985 yapımı bu filmdeki müzikleriyle Cannes'da ödül aldığını öğrenirsin. Bir yandan daha önce dinlemediğine ve izlemediğine hayıflanırken diğer yandan Mishima'nın kim olduğunu merak edersin. Bu kez bambaşka bir yaşamla karşılaşırsın, Yukio Mishima'nın üç kez Nobel'e aday gösterilen ünlü bir Japon yazar olduğunu öğrenir ve şu inanılmaz yaşam öyküsünü okursun:



Yukio Mishima (Japonca: 三島 由紀夫, aslı adı: Kimitake Hiraoka 平岡 公威; d. 1925 Yotsuya / Tōkyō - ö. 1970 Ichigaya / Tōkyō), Japon romancı ve oyun yazarı.
Milliyetçi örgütü "Tate no Kai 盾の会 (Kalkan Cemiyeti)" başkanı.

HAYATI ve ÖLÜMÜ

Mişima'nın çocukluğunun ilk dönemi onu yakın çevresinden uzak büyüten büyükannesi Natsu'nun gölgesi altında geçmiştir. Büyükannesi Mişima'nın diğer erkek çocuklarıyla oynamasına müsaade etmiyor, sadece kız kuzenleri ve bebekleriyle oynamasını istiyordu.

Natsu, Tokugava dönemi samuraylarıyla ilişkili bir aileden gelmekteydi ve Mişima'nın büyükbabası ile evlendikten sonra bile ailenin aristokratik geleneklerini sürdürmeye devam etmişti. Büyükbabası bir bürokrattı ve işleri sömürge döneminde açılmıştı.

Mişima ailesinin yanına ancak 12 yaşında dönebilmiş ve annesiyle yakın ilişkisi biyografisini yazan kimi yazarlar tarafından ensestliğe yakın bir ilişki olarak tasvir edilmişti. Babası askeri disiplinden keyif alan sert bir adamdı.

Mişima Japonya'nın modernleşmesi ve geleneksel değerlerini yitirmesine karşı sert bir muhalefet tavrı gösterdi ve samuray değerlerini savundu.

25 Kasım 1970'de Mişima ve beraberindeki Tatenokai üyelerinden dördü Japonya Silahlı Kuvvetlerinin Tōkyō'daki Ichigaya Kampını ziyaret etmişler, komutanı sandalyesine bağlamışlar ve İmparatorluğun haklarının yeniden tesis edilmesi için hazırladıkları manifestoyu ve taleplerini okuduktan sonra Mişima seppuku (geleneksel Japon intihar biçimi) yaparak intihar etmiş, Tatenokai üyelerinden Hiroyasu Koga ise intiharın tamamlanması için Mişima'nın başını kılıçla kesmiştir.(wikipedi)


Satırları okuduğunda sıradan günün kaybetmiştir sıradanlığını. Bugün Mishima'yı öğrendiğin Glass'ın harika müziğini dinlediğin gündür artık. Hayat ilginç gerçekten...Ve doğrusunu söylemek gerekirse sanat olmasaydı bir şeye benzemezdi dünya.

Beni oradan oraya sürükleyen müziği merak ettiyseniz aşağıya bir göz atın ;)




13 Mart 2010 Cumartesi

Zamanda Yolculuk

Ne şirin keçicik değil mi? 1990'da Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin aldığı karar hayata geçseydi belki de bugün Ankara'daki her otobüsün üzerinde bu keçicik olacaktı. Şimdi nereden çıktı bu keçi derseniz şöyle anlatayım kaynağını: Küçük fotoğraf makinem uzun zamandır bir köşede tamir edilmeyi bekliyordu. Sonunda yine yardım elini annem uzattı makineye ve dün akşam servisten tekrar çalışır halde döndü kendisi. Orasını burasını kurcalarken üç-dört sene önce Milli Kütüphane'de eski gazeteleri incelerken çektiğim bir iki fotoğrafı buldum. Bunlar sadece elimde kalanlar, gerçekten çok daha ilginç şeyler okumak için Milli Kütüphane'ye gidip eski gazete ciltlerine göz atın mutlaka, çıkacağınız zaman yolculuğunun zevki konusunda garanti veriyorum size. Makinemde başka neler mi var?
Önce şu keçi daha doğrusu o zamanlar kendisine verilen adla Anki meselesini açıklığa kavuşturayım merakta kalmayın haberin tamamı şöyle:

Nisan 1990 tarihli Habere göre dönemin belediye başkanı Murat karayalçın şöyle diyor: "Aslında sembol olarak Hitit Güneşi Kursu'nun kullanılmasını anlamak zor Ankara'nın doğrudan hititlerle bağlantısı yok. Ankara Frigler döneminde bulunan bir kent." Görüldüğü üzere her gelenin Ankara'nın amblemine göz dikmesi geleneği oldukça eskilere dayanıyor. Zavallı Hitit Güneşi...
İşte makinemde kalan birkaç fotoğraf daha...

Bu da şimdilerde Ankara zenginlerinin yaşadığı Yıldızevler semtinin 90'lardaki fotoğrafı. Fotoğraftaki küçük çocukların başına neler geldi acaba bunca yıl içinde?









2005 yılında manşetlere çıkan bir jiletçi koca vardı hatırlar mısınız? Hani kendisinden ayrılmak isteyen karısının vücuduna kendi ismini yazmıştı jiletle. Aslında bu jiletçinin kökeni de 70'lere dayanıyor. Yandaki fotoğraflardan soldaki 2005 yılından sağdaki 1970'lerden. İki fotoğraf arasındaki fark ise ilk fotoğraftaki sadist adamın yazmaya özel ilgisi bulunduğunu düşündürecek kadar çalışkan davranıp zavallı kızın sırtında boş yer bırakmaması oysa ikinci fotoğraftaki sadistin "sadelik her şeydir" ilkesine bağlı kalarak kadının göğsünün tam artasına kocaman"AHMET" yazmakla yetinmesi. Anlaşılan bazı şeyler değişirken kimi şeyler hiç değişmiyor.

70'li yılları nasıl bilirsiniz? İşte 70'lerden iki haber:

Yandaki ilk haber bir seks tiyatrosuna ilişkin.Habere göre, oyuncular kanlar içinde sevişiyorlarmış sahnede. Fotoğraflarda da yarı çıplak iki kişi görünüyor.



Aşağıdaki haberler ise Hippi Perihan lakaplı genç bir kızın cenazesine ilişkin. Tabii babasının arkasından "Bir mikrop temizlendi" şeklinde beyanat verdiği bu zavallı kıza lakabını gazete mi yoksa arkadaşları mı verdi bilmiyoruz. İlk fotoğrafın altında şöyle yazıyor: "Otelde ölü olarak bulunan ilk Türk Hippisi Perihan, her yönden serbest bir hayat yaşıyordu. Yukarıda Türk hippisi Perihan'ın bundan birkaç gün önce yapılan bir röportaj sırasında verdiği poz görülüyor"
Ben tüm bu haberleri okuduğumda ben "Vay ne yıllarmış 70'ler ve her şey nasıl da değişmiş ve yine nasıl da değişmemiş " demiştim. Bilmem siz ne der, ne düşünürsünüz?


4 Mart 2010 Perşembe

Zamyatin'le Tanışmak

Birkaç gün önce önce Yevgeni Zamyatin'in "Biz" isimli romanını okudum ardından Zamyatin ve Bulgakov'un mektuplarını içeren "Stalin'e Mektuplar"ı. İki yazarın çaresizce yurtdışına çıkmalarına izin verilmesi için yaptıkları ricalar içler acısıydı. Zamyatin'in mektubu, yeni bir ülkenin kuruluşunda yer alan ancak daha sonra kraldan çok kralcıların, kalemlerini menfaatleri neyi gerektiriyorsa onun için kullanan kimilerinin omuzlar üstünde taşınmasını endişeyle izleyen bir yazarın sitemleriydi aynı zamanda. Zamyatin'in bir yandan Sovyet Devrimi'ne inancını sürdürürken diğer yandan dile getirdiği korkuları ve cesaretli dürüstlüğü dikkate değer. Zamyatin'in yazdıkları bugün de anlam çıkarılacak, üzerinde düşünülecek şeyler. Ne de olsa Zamyatin'in tarif ettiklerinden yani devre göre başlık takanlardan bugün de çokça var.


Zamyatin'den :

''Korkarım yufka yüreklilikte çok ileri gidiyoruz. Fransız Devrimi divan adaletini ve iktidara yaranmak isteyenleri ezme konusunda acımasız oldu. 11 Messidor 1794'de Halk Eğitim Komitesi Başkanı Payan'ın yayımladığı bir buyrukta başka konular arasında şunlar da okunabiliyordu: 'Durmadan günlük olaylar arkasında koşmayı iş edinen bir açıkgöz yazarlar topluluğu var onlar her mevsimin modasını ve rengini taşıyorlar, ne zaman kırmızı başlık örtüleceğini ne zaman çıkarılacağını biliyorlar... Bunun sonucu, onlar sanatın değerini düşürerek zevki bayağılaştırıyorlar. Gerçek deha düşünce de yaratıyor ve düşüncelerini bronzda canlandırıyor, halbuki özgürlük korumasına sığınan sıradan kimseler geçici bir başarıyı kendi adına çeviriyor ve bu günlük başarının çiçeklerini topluyor.. '

Bu buyrukla beraber, Fransız Devrimi, devrimci kılığına girmiş saray şairlerini giyotine gönderiyordu. Bize gelince 'ne zaman kırmızı başlık giyileceğini ve ne zaman çıkarılacağını kestiren gözüaçık yazarlarımızı' ne zaman Çar'ın tahta çıkış yıldönümünü, ne zaman orak ve çekici kutlayacağını bilenleri, halka devrime yaraşır edebiyatın temsilcileri olarak tanıtıyoruz. O yana bu yana sokulan ve mesafeler kateden efsane edebiyatçılarımız, kendilerine üstün ödül getirecek olan durdurulamaz bir yarışa balıklama dalıyorlar: Lirik şiir yazma, entelijansiyaya bu şövalyelerce çamur atma tekeli var. Payan'ın gerçeği görmüş olmasından korkuyorum: Bu da sadece sanatı yolundan çıkarmak, onu küçültmek olur. Durum sürekli olarak böyle giderse, bu son yıllar rus edebiyatının, ustalar okulu adı ile tarihe geçenlerle sınırlı kalmasından korkuyorum çünkü ustalıkla davranmayanlar iki yıldan beri susmaktadırlar.'' (1921- Zamyatin'in Korkuyorum isimli yazısından)


"
Aşırı masumluk oyunu oynamıyorum. Devrimi izleyen üç ya da dört yıl süresince yazdıklarım içinde şu ya da bu suçlamayı haklı gösterebilecek şeyler bulunduğunu çok iyi biliyorum. Benim, koşullara göre söylenmesi yararlı olacakları değil de, bana gerçek görüneni söyleme gibi çok ters bir alışkanlığım olduğunu da biliyorum. Özellikle, yazının bağımlılaştırılmasının, yaranma düşüncesinin, durumlara bağlı görüş değiştirmelerin bende bıraktığı duyguları hiçbir zaman saklamadım; bütün bunların hem yazarın ve hem de devrimin değerini azaltacağını her zaman düşündüm ve düşünmeye devam ediyorum. Çok önceleri yazılarımın birinde bu sorunu açıkça ve dahası hoşa gitmeyecek biçimde ortaya koydum; bu da kişiliğime yöneltilmiş yaygın kampanyanın açılmasına yol açtı." (Haziran 1931-Zamyatin'in Stalin'e mektubundan- Bu mektubun ardından Zamyatin'e yurtdışı izni verildi)


Stalin'e Mektuplar : İletişim Yayınları 1991 - Çeviren İsmail Arıkan