25 Ekim 2009 Pazar

Koşmak isteyen çocuk

Bugün(cumartesi), hiç de iyi başlamamıştı doğrusu. Sabah bir silahla yaralama olayı için karakola çağrıldım. Apar topar çıktım, kahvaltı bile yapmadan... Otobüsü saniye farkıyla kaçırdım, sonraki otobüs bir türlü gelmek bilmedi. Sonra karakoldaki polislerin verdiği bilgiye göre o tarafa giden otobüslerden birine binmek için Sıhhiye'ye gittim. Fakat ne mümkün? Polislerin Sıhhiye'den kalkar dediği otobüslerden hiçbiri Sıhhiye'den kalkmıyormuş.

Bilmediği konularda bile net bilgiler verebilme yetisi gelişmiş halkımın simitçi, otobüs şoförü ve bilet satıcısı temsilcilerinin elinde bir o yana, bir bu yana yaklaşık yarım saat savrulduktan, nadide kolluk güçlerimizle telefonda kapıştıktan sonra, tesadüfen bulduğum doğru otobüsle karakola ulaşabildim. Öylesine yorgun ve sinirliydim ki bir animasyon karakteri olsam burnumdan solurken görebilirdiniz beni. Burada da nadide polis memurlarıyla ufak bir kapışmanın ardından ifadeye girip geri döndüm.

Yolda o kadar bitkin, bıkkın, sinirliydim ki bir an otobüs, Roma Hamamı önünde durunca atlayıp içine girmeye niyetlendim. Kendimi eski kalıntıların içinde daha iyi hissederim gibi geldi, sanki o taşlar, mezarlar daha temiz bir dünyaya aitmiş ve ben bir an olsun bu dünyadan kopacakmışım, arınacakmışım gibi geldi. Fakat tereddüdüm yüzünden otobüs uzaklaşırken öylece bakmakla yetindim.

Ardından büroya giden dar sokakta yürümeye başladım. Dikkat bile etmeden bir çocuk ve iki adamı hızlıca geçtim. Sesinden sekiz-dokuz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim çocuğu duydum sonra, şöyle dedi: "Babaaa, biz hep böyle yürüyecek miyiz? Koşsak ya. Ben koşmak istiyorum, şöyle bir koşup gelebilir miyim?" Öylesine basit, öylesine doğrudan, öylesine gerçek ki... İşte çocuk koşmak istiyor sadece, koşup gelecek. Öylesine doğal ki bu onun için. Bütün karmaşanın, gereksizliğin ortasında bir çocuk. Koşmak istiyor...

Yürümeye devam ettim, yüzümde günün ilk gerçek ve içten gülümsemesiyle. Hayat güzel gerçekten...

21 Ekim 2009 Çarşamba

ALDATMAK

Bu yazıda aldatmak ve sadakat kavramlarını, cinselliği bence fazlasıyla büyüten yaklaşımın aksine cinsellik açısından değil, aşağıdaki anlamlarını esas alarak konu ettiğimi belirterek başlayayım. Yani aldatmak, "yalan söylemek" sadakat ise: "içten bağlılık"tır bana göre...(bkz. TDK sözlüğü)

Biz sürekli ilişkiler üzerine konuşmayı bağımlılık haline getirmiş bir neslin üyeleriyiz. Hayatımız durmaksızın ilişkileri tartışmak, tartmak, yorumlamak ve tanımlamaya çalışmakla geçiyor. Belki toplumsal dönüşüm iddialarının zayıflaması, sanatı olduğu gibi kendi sohbetlerimizi de bu alana hapsetmeye başlıyordur. İlişkilere bu denli analizci bir bakışın bir faydası oluyor mu pek emin değilim, bu her şeyi daha karmaşıklaştırıyor belki. Tanımlama, sistematize etme uğraşı, anlamlı ilişkiler kurmayı zorlaştırıyor bile olabilir.

Yukarıda yazdıklarıma tezat olacak olsa da şimdi ben de bu mesele üzerine bir iki satır yazacağım, özellikle şu meşhur "sadakat" konusu üzerine. Bu aralar herkes söz birliği etmişcesine artık karşılıklı sonsuz güvene dayalı bir ilişkinin kurulamayacağını söylüyor bana. Kimileri bunu doğrudan ifade ediyor, kimileri ise dolayı yoldan, bazıları da bu konuda inançlarını yitirdiğini anlatıyor bana. Denildiğine göre kaçınılmaz bir durummuş bu ve şaşırmamak gerekirmiş başınıza geldiğinde, insan doğasıymış vs. vs. Ama ben anlayamıyorum bunu. Eğer gerçekten böyleyse, dünyadaki bütün insanlar koca bir yalanı yaşıyorlar demektir. Hatta eğer böyleyse hem sadakatsizler hem de sadakatsiz olamayanlar hep birlikte koca bir yalanı yaşıyorlar demektir. Halen birlikte olan insanlar ise yalnız kalmamak uğruna bir yalanı birlikte sürdürüyor demektir.

Bütün karmaşıklaştırma çabamıza rağmen basit olan bir şey var bana kalırsa. Sevgi, bir insana değer vermektir ve insan değer verdiğini bir yalanla yaşamaya mahkum etmez. İnsan türünün tek eşliliği tartışma konusu olabilirse de aşk zaten doğal bir süreç değildir. Belki de sevgi, doğanıza karşı çıkmak, doğanıza direnecek kadar bir insana değer vermektir. Elbette sevginin göstergesi, sadakat ilkesi üzerine kurulu bir ilişkide sadık olmakken sonsuz özgürlük üzerine karşılıklı mutabakata varılmış bir ilişkide(ben henüz rastlamadım böyle bir örneğe gerçi) ise özgür bırakmak olabilir. Yani aslında bu, cinsellikle değil kişisel ahlakla ilgili bir konu daha çok.

Oysa ben dostluklarına ne denli sadık olduklarıyla övünen insanların sevgililerini aldatmayı nasıl doğal ve kaçınılmaz bir şey saydıklarını şaşırarak izliyorum. Ne garip.... İnsanlar birbirleriyle dost olamayacaklarsa hayatı nasıl paylaşıyorlar peki? Daha da önemli olan soru şu ki :"Neden paylaşıyorlar?"
Eğer gözünüzü kapatıp kendinizi geriye bıraktığınızda yol arkadaşınızın sizi tutacağına, düşmenize izin vermeyeceğine güveniniz sonsuz değilse, yalnız kalmayı tercih etmekte bir gariplik yok bana kalırsa. En azından böylece kafanızı gözünüzü dağıtma ihtimaliniz daha düşük olur.

Türk filmlerinin gerçek dışı aşk ilişkilerinden, tam tersi bir uca doğru sürüklenen duygusal dünyamızın değişimi, klişeliği ve sıkıcılığı gerçekliğini gölgelemeyen bir konuyla da ilgili aslında: Tüketim Toplumuyla... Öyle ya delicesine her şeye sahip olup patlayıncaya kadar tıkınmak üzerine kurulu, insan ihtiyaç ve taleplerinin sonsuzluğunu ayet gibi insanlara kabullendirmiş bir sistemde "sevgi" ne derece koruyabilir ki kendini? Yine de bu kimseyi haklı çıkarmıyor. En nihayetinde dayatmalalara dayanamayan, hayatına aldığı insanlarla vitrinde satılan cep telefonları, ya da açık büfedeki yemekler arasındaki ayrımı algılamayanların mutsuzluk ve doyumsuzlukları nedeniyle sızlanmaya da hakları olmamalı.

Fark ediyorum ki yazının başında sahip olduğum yadsıyan, isyankar ruh hali, bu satırlara ulaştığımda yerini bıkkınlığa ve umutsuzluğa terk etmeye başlıyor. Sonuçta belki de söylenenler doğrudur. Artık büyük çoğunluk açık büfeye öyle alışmıştır ki başka türlü yapamıyordur; gördükleri her şeyi tabaklarına doldurmadan tatmin olamıyorlardır.OFP

6 Ekim 2009 Salı

Gemi...


Kaybettiklerimize,
yeni kazandıklarımıza
yeniden kazandıklarımıza
ve
hiç kaybetmediklerimize......

Dostluk, açık denizde dostlarınızla birlikte yürüttüğünüz bir gemi gibidir. Yolculuk başlangıçta öyle tatlı, öyle güzeldir ki sonsuza kadar devam etsin istersiniz. Güneşin sıcaklığı yüzünüzü ısıtırken, birlikte yol aldığınızı bilmek gibisi yoktur. Sonra herkes, bir ucundan tutar geminin; herkes, canla başla çalışır gemiyi yürütmek için. Emek verdikçe güçlenir gemi. Arada bir misafirleri de olur geminin. Şöyle bir bakar, sofranızda keyfinizi paylaşır, sonra yollarına devam ederler.

Ancak, açık denizde dostluk gemisinin işi zordur. Kimi zaman, çetin fırtınalara rastlar gemi. Eğer çalışmakla, emekle güçlenmişse gemidekilerin kolları, her biri bir yerlere, birbirlerine tutunur ve kurban verilmez açık denizin hırçın dalgalarına.

Fakat yol uzundur ve her uzun yol gibi yorucudur. Zamanla kayıplar olur gemide. Kiminin aklı başka yerdedir, ayağı kayıverir geminin güvertesinde. Tutmaya çalışırsınız, sanırsınız ki onun gönlü de kalmaktan yana. Oysa O, çok uzun zaman önce gitmiştir zaten.

Kiminin gözü yanından yöresinden geçen daha parlak, daha neşeli başka gemilere ilişir. Bir de bakmışsınız ki yılların yorgun emektarını hafifsemeye başlamış, hatta yok saymaya. En sonunda atlar bir kayığa ve ağır ağır uzaklaşır gemiden yüzünde hazin bir gülümsemeyle.

Kimi o kadar uzun zamandır gemi için çalışmayı bırakmıştır ki ilk fırtına zayıflayan kollarının cezasını keser. Biri daha eksilir mürettebattan.

Yine de yürür gemi, geride kalanlarla, yeni katılanlarla, aklını başına alanlarla ve yeniden dört elle gemiye sarılanlarla. Yine de yürür gemi ve yürüyecektir de kaybedilen her mürettebatın anısını yanında taşıyarak...ofp