12 Aralık 2011 Pazartesi

Rapor...

Neredeyse hiçbir şey okumadan geçirilen üç ayın sonunda yazacak bir şeylerimin olması biraz garip olabilir ama garip de olsa var yazacaklarım. Gerçekten son üç ayım doğru dürüst bir şey okumadan geçti. Ucundan kenarından karıştırılan birkaç kitap sadece... Günlük olağan aktivitelerine devam etmek için gerekli koşulları oluşturmak gibi zorunluluklar peşinde koşan bendeniz, üç ayı boşlukta sallanarak geçirdim. İki ayım ev aramakla bir ayım da ev yerleştirmekle geçti. Ne diyeyim zormuş bu işler.

Minimum düzeyde işe yarar zihinsel faaliyet içinde geçen bu üç ayın da bana öğrettiği şeyler oldu elbette. Öncelikle bu sürecin sonuna doğru korku içinde fark ettim ki insanın entelektüel algıları da tıpkı kasları gibi çalıştırılmadığı takdirde güç kaybedebiliyor. Günlük olaylar içine hapsedilen zihin, zamanla yüzeyselleşiyor ve dert edinilen şeylerin türü değişmeye başlıyor. Aslında bu son derece sinsi ilerleyen bir hastalık gibi. Tatlı bir rehavetle bedeni ve beyninizi sarıyor. Sonra dünyaya, tarihe ve insanlara dair kuş bakışı pozisyonundan çıkıp giderek irtifa kaybetmeye başlıyorsunuz. bu sürecin sonu da herhalde at gözlüğü aşaması ile tamamlanacaktır diye tahmin ediyorum. 

Sonra bir zamanlar sizin için önemsiz olan şeylerin önem kazanışını izliyorsunuz. İnsanlara bakışınız onları anlamaya çalışan ve gözlemleyen konumundan çıkıp bazen sinir olan kafayı takan bir bakışa dönüşüyor. Bir zamanlar basit meselelerle yormadığınız zihninizin kirlenişini izlemeye başlıyorsunuz. Edebiyatın sanatın yücelttiği ruhu, günlük küçük meseleler ve hesaplar bacaklarından tutup aşağı çekmeye çalışıyorlar. 

Kısacası bu üç ay benim için fena halde öğretici geçti. Bir kere bitkisel hayattaki milyonlarca insanın içinde bulundukları ruh halini sezebilme olanağı buldum. Öğrendiğim diğer şey ise ayakta kalmak için uyanık kalmak gerektiği. Bundan daha önceki birkaç yazımda daha bahsetmiştim galiba. Kendimi bildim bileli, daha küçük bir çocukken içimde büyüyen bir korku vardı: Sıradanlık korkusu... Kendi sıradanlığımdan öte dünyayı sıradanlaştıran bir bakışa mahkum olmak korkusu. Büyüdükçe bu korku şekil değiştirip somutlaşmaya başladı sanırım, şimdi bunu rutinin içinde kaybolup derinliği yitirme korkusu olarak tanımlayabilirim.  İşte bu süreçte öğrendiğim şey, yaşamınızın bir bölümünde ne kadar direnirseniz direnin kendinizi bıraktığınızda düşünsel yapınızın pelteye dönüşme tehlikesinin beklemediğiniz biçimde karşınıza çıkabileceği. 

Sanırım yapılacak en iyi şey ise hastalık sizi tamamen ele geçirmeden tedaviye başlamak. Bunun için ayağa kalkmak, perdeleri açıp güneşin içeriye girmesine izin vermek... Ben öyle yapacağım şimdi...

Hiç yorum yok: