28 Mayıs 2010 Cuma

Televizyon İzlemeyi Zevkli Yapacak Birkaç Öneri


1- Televizyona Seda Sayan alarmı: Alarm Seda Sayan ekranda görünmeden önce ötmeye başlayacak ve izleyiciye hızla kumandaya ulaşıp kanalı değiştirme şansı vererek mağdur olmaktan koruyacak. Böylece Seda Sayan'ın suratını hiç görmeden yaşayabileceğimiz bir dünya tesis edilecek. (Aynı sistemin Ferhat Göçer, Demet Akalın, İbrahim Tatlıses örnekleri de yapılabilir sakıncası yok.)

2-Mehmet Ali Birand düzelticisi: Kanal D Ana Haber yayınında Birand'ın yanlış söylediği her kelimeye duyarlı olan program ekranın sağ alt köşesinden açılacak kutucuklarda kelimenin doğru halini gösterecek.

3- Televizyonda sevmediğimiz insanlara sakal bıyık çizmece sistemi: Şu kalemli cep telefonlarına benzer sistemle televizyona bağlanacak bir elektronik pad yoluyla ekranda sevilmeyen kişilere sakal, bıyık, şeytan boynuzu, vampir dişi, burundan akan sümük vb. çizilebilecek. Yayın boyunca sevilmeyen hedef, o biçimde izlenebilecek, izletilebilecek. (Mesela ben, Rasim Ozan Kütahyalı'ya ağızdan akan salya çizebilirim, neden olmasın)

4- Saba Tümer'in kahkahasını ağzına tıkıcı sistem: Bu konuda halen çalışıyorum, yayın boyunca Tümer'in yanında elinde çorapla hazır duran biri olsa ve kahkaha çıkar çıkmaz çorabı Saba Tümer'in ağzına soksa diyorum ama uygulaması zor ve maliyetli tabii. Çalışmak lazım üzerinde.

5- Çiğnerken ses çıkarmayan sakız: Bunun televizyonla ilgisi yok, bugün yol boyunca arkamda sakızını çatırdatan kadından çektiğim eziyet nedeniyle araya sıkıştırdım bunu da, kabul ediyorum.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Karasınız!!

Her gün "Belki geri dönmemek var" diyerek veda edip sevdiklerine, kör karanlıklara inmek, çok iyi yaşamak için de değil; sadece insan gibi yaşamak için zehir solumak her gün, nasıl bir şeydir? Biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, adil değil bütün bu yaşananlar; bir sorumlusu var bu cehennemin ve o "kader" değil.

Diri diri gömdüler insanları, onlar teşekkür bekleyerek sözde ziyaretlerini yaparken ayaklarının altında insanlar son nefeslerini veriyorlardı belki. Onların sorumsuzlukları, taşeronlaştırmaları, insanları üç kuruş için 50 yaşından sonra yerin on kat dibine inmeye zorlayan düzenleri yüzünden, onların refahlarını, mutluluklarını, zenginliklerini borçlu oldukları bu düzen yüzünden o işçilerin bazıları otuzuncu yaşlarını bile göremeden gittiler.

Ve "Kader" diyor birileri, "Siz alışkınsınız" diyor; "Önce de olmadı mı zaten" diyor.

Diri diri gömdünüz insanları... Oturun ve hesabınızı çıkarın; siz, ceylan derisinde oturanlar, servetine servet katanlar, birden büyük iş adamı olanlar, saltanat rüyaları görenler...Hesabınızı çıkarın, bu kadar yılda her birinize kaç ceset düşüyor? Kaç tabutun çivisini çaktınız? Sayın her birini. Çıkarın hesapları...

Diri diri gömdünüz insanları!!! Karasınız, kömürden daha karasınız hepiniz!

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Gözler ah o gözler...

Fotoğraf çekmeye pek ilgim yok ama arada bir kendimi şu heybetli makineleri incelerken, fiyat karşılaştırması yaparken buluyorum. Kıyafet satan mağazalarda gezinmek ne kadar rahatsız ediyorsa kurcalanacak aletler, bilgisayarlar, cep telefonları o kadar ilgimi çekiyor.

İlgimi çeken bir başka şey de bir anda fotoğrafçılığa merak saran, bu merakını tatmin için hemen en son çıkan fotoğraf makinelerinden birini tabii yine havalı çantasıyla birlikte satın alıverip çektikleri her karenin national geographic ödülü almasını bekleyen arkadaşlar. Ne de olsa o kadar para dökülen bir makinenin karşılığını ödemesi gerekir. Ama istenilen sonuç elde edilemeyince genelde makinenin yetersiz bir yanı bulunur lensi kötüdür, şunu şöyledir, bunu böyledir. Gözler, daha pahalı olan başka bir makineye ya da objektife, lense çevrilir umutla. Bir bölüm ise o ağır çantalarla dolanmaktan çabuk bıkıp etrafta çekecek bir şey olmaması gibi bir neden üreterek bu eziyetten tamamen kurtulur. Gerçi haksızlık etmeyeyim ben de aynı şeyi gitar konusunda yapmıştım.

Fotoğrafta makine ne kadar önemli acaba? Ben fotoğraf makinesinin arkasındaki gözün ve aklın hep daha önemli olduğunu düşünmüşümdür. Tabii bu benim görüşüm ama benimle aynı fikirde olanlar da var.


Henri Cartier Bresson şöyle diyor :"Bir fotoğrafçı kendini makinesiyle rahat hissediyorsa ve makine yapacağı işe uygunsa bu yeterlidir. Fotoğraf makinesinin gündelik kullanımı, diyafram değerleri, çekim hızı ayarları ve benzeri şeyler, tıpkı bir otomobilin vites değişimleleri gibi düşünmeden yapılması gereken şeylerdir. Bu işlemlerden her hangi biriyle -en karmaşıklarıyla bile- ilgili ayrıntılara girmek benim işim değil; çünkü bunların hepsi, üreticilerin makine ve portakal rengi deri kılıfıyla birlikte verdikleri kullanım kılavuzlarında, askerce bir kesinlikle anlatılmıştır. Fotoğraf makinesi güzel bir oyuncak olsa da, en azından konuşurken bu aşamanın ötesine geçmeliyiz. Aynı şey, karanlık odada güzel baskılar yapmanın nasılları, nedenleri için de geçerlidir."



Bresson'un fotoğraflarına hayranlık duyuyorum. Bresson, fotoğraf tarihine damgasını vuran fotoğraflarının bir kısmını bugün için ilkel sayılabilecek 33 mm Leica ile çekmişti. Bresson'un ilk Leicası şuydu:

İşte Bresson'un yarım yüzyıldan uzun zaman önceki tekniklerle çektiği birkaç fotoğraf:






Bir de ben tarzını pek sevmesem de Amerika'nın en tanınmış fotoğrafçılarından Terry Richardson var. Bir moda fotoğrafçısı olan ve Obama dahil pek çok ünlünün resimlerini çeken Richardson'un kullandığı makine 200 ile 400 dolar arası bir meblağ vererek alabileceğiniz Yashica T4. İşte bu
Richardson'dan birkaç fotoğraf...Tümünü YaslaArtık bu yazıyı okuyunca şevke mi gelirsiniz, kenara attığınız ufak makinenizi kutudan çıkarmaya mı karar verirsiniz, bilemiyorum.

Not: Sadıkcım vallahi sana dokundurmuyor bu yazı :)

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Eskiden

Bugün sevdiğim eski şarkılar aklıma geliyor nedense. Sevilen eski şarkı iyidir, rüşdünü ispat etmiştir, o kadar zaman sonra hala akılda kalıyorsa vardır bir hikmeti.







11 Mayıs 2010 Salı

Sevişmek ya da sevişmemek işte bütün mesele bu!

CHP'li değilim, Deniz Baykal'a da sempati duymuyorum ancak bütün bu olan bitenlerin midemi bulandırması için ne CHP'li olmam ne de Baykal sempatizanı olmam gerekiyor. Evet, mide bulandırıcı her şey. Türkiye'de siyaseti yeniden düzenleyen şeyin, bir adam ve kadının sevişme görüntüleri olması ise düpedüz aşağılayıcı. Hepimiz aşağılanıyoruz.

Baykal'ın yatak odasında ne yaptığı beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor ancak olaydan sonra takınılan tutumların bir kısmı son derece rahatsız edici. Bundan sonra kimin güvenliğinden, özel hayatından bahsedilebilir ki? İlk kez telefon dinlemeleri Türkiye gündemini meşgul etmeye başladığında herkes için şaka konusu olmuştu bu mesele. Sıradan insanlar birbirine "Bak senin de telefonun dinleniyordur, götürecekler bizi" diye espriler yapar olmuştu. Ama zamanla yüzlerdeki gülümseme donuklaşmaya, ardından yerini gerçek bir tedirginliğe bırakmaya başladı. Siyasetle ilgisi olmayan kimseler bile telefonda hükümeti açıkça eleştiren ifadeler kullanmamaya dikkat eder oldu. En çok kullanılan kalıp ise "Ne olur ne olmaz?.." Peki şimdi ne yapacağız? İnsanlar evlerinde kamera aramaya mı başlayacaklar?

Baykal gider mi yoksa daha güçlü biçimde geri mi gelir, bilemiyorum. Ancak ortada bir saçmalık var. Muhtemelen Türkiye'ye ilişkin haberleri takip eden Fransızlar ya da İtalyanlar bu istifaya anlam veremiyorlardır. Onlara memlekette en önemli mevzunun uçkur olduğunu buna karşın gemicik sahibi olmanın ya da iktidara geçmenin zenginleşmeyle eş anlamlı olmasının olağanlığını anlatmak gerekecek. Gerçi özellikle İtalyanlar bizi gemicik konusunda daha iyi anlayabilirler.

Not: Aklıma gelmişken Deniz Baykal, söz konusu bayan milletvekiliyle imam nikahlı olduğunu açıklasaydı birçoğuna göre istifa koşulları ortadan kalkmış olurdu sanırım. Gerçekten, ne kadar acayip bir memlekette yaşıyoruz.


10 Mayıs 2010 Pazartesi

"Öteki"yi iyi olmaya mahkum etmek

Cuma günü arkadaşlarla Çilek ve Çikolata'yı izledik. Çilek ve Çikolata, orijinal ismiyle Fresa y Chocolate, 1993 Küba yapımı bir film. Küba'ya eleştirel bir gözle bakan, eş cinsellik, farklılık, ön yargılar ve düşünce özgürlüğü üzerine bir film. Ayrıca Küba'yı eleştirmesine rağmen Fidel tarafından yasaklanmaması hatta Havana'daki Latin Amerika Filmleri Festivali'nde ödüle layık görülmesi nedeniyle Fidel'i diktatörlükle suçlayanlara karşı Küba'nın bir cevabı da sayılabilir bu film.

Ancak oldukça fazla gereksiz sahne ve diyalog barındırdığını düşündüğüm ve pek de haz almadığım film, bu yazının konusu değil. Filmin konusunu merak edenler şuradan merak ettiklerini öğrenebilirler. Bununla birlikte benim aklımı asıl meşgul eden mevzuya gelebilmek için filmle ilgili bir iki bilgi vermem gerekiyor. Kısaca özetlmek gerekirse: Eşcinselliğe ve sistemden farklı olanlara ilişkin toplumsal ön yargıyla yüklü birinci karakterimiz, bütün bu lanetleri üzerinde taşıyan ikinci karakterimizle tanışır, onun ne kadar iyi ve nitelikli bir insan olduğunu görür ve ön yargılarından kurtulur. Böylece eskinin ön yargılı karakteri "ötekini" şefkatle kucaklayarak yücelir ve bu hepimize büyük bir ders olur.

İyi, her şey güzel! Peki benim sorunum ne? Benim sorunum şu: Bu yaklaşım tarzının, tahammülsüzlüğün bir başka yeniden üretimi olduğunu düşünüyorum. Sadece Çilek ve Çikolata'da değil her yerde karşımıza çıkan bir iki yüzlülük bu. teki"yi kabul görebilmesi için başkalarından daha iyi olmaya mahkum etmek... Çilek ve Çikolata'da da eş cinsel Diego ancak süper yardımsever, müthiş duygulu, harika bir entelektüel, sevdiği adamın mutluluğu için kendini feda eden biri olduğunu kanıtladıktan sonra kabul görmeyi başarabildi. Sonuç ne?:"Eş cinseller de aslında çok iyi insanlar olabilir. Tanımadan ön yargılı olmamalı" Bu mudur yani?

Peki sevgili ötekimiz, lanet insanın biri çıkarsa onu öteki ilan etmeye yeter gördüğümüz özellikleri o kadar kabul edilebilir görülmeyecek mi? Ne büyük küstahlık... Zaten sonu yok bunun :"Çingene ama çok iyi bir insan", "Travesti ama çok eğitimli", "Kürt ama şöyle" "Türk ama böyle" "Alevi ama dindar" "Sünni ama çok çağdaş" vs. vs. vs... Kimse kimseyi kandırmasın ve kimse ellerini ötekiyi sözde kabul edişin yücelişiyle yıkamasın bana kalırsa. İnsanlar, kabul görmek için diğerlerinden iyi olmak zorunda bırakılmadığında, hatta bu kabul-red mekanizması ortadan kalktığında bu ikiyüzlülükten kurtuluruz belki.

Not: Bu öteki lafından pek hoşlanmıyorum ama meramı anlatıyor sanırım bu yazıda.

2 Mayıs 2010 Pazar

Dünyanın bütün de'leri da'ları BİRLEŞİN!!!

Birkaç saat sonra yola çıkacağım. Ankara'ya dönüş... İstanbul bunalttı bu kez beni, belki benim ruh halimdendir. Bu insan kalabalığı, yaşama koşuşturması yordu biraz. Ankara da sürekli yaşanacak bir kent gibi gelmiyor bana. "Antalya nasıl olur acaba?" diye düşünüyorum, hayalimde şehirlerden şehir seçiyorum kendime.
Yolculuğa doğru maillere bakıyorum, internette oyalanıyorum. Şu "de" "da" ve "ki" meselesi aklımı meşgul ediyor. Bu meselenin benim insanlarla ilgili yargılarımı bu denli etkilemesi hoşuma gitmiyor ama bu durumu engellemek neredeyse imkansız. İlgiyle, merakla bir yazı okumaya başlıyorum sonra o yerinden edilmiş, ayrı yazılması gerekirken bitişik yazılmış yahut gereksiz yere ayrı yazılmış "da" çıkıveriyor karşıma hoooop bütün ilgim, merakım tuzla buz oluyor. Yazara ilişkin güçlü bir önyargı beliriveriyor sonra.
Güzel başlayan bir yazıda maruz kalınan bu üzücü durum, benim için Mona Lisa'nın burnunun altında bıyık görmek gibi. Yazının Leonardo'su da bütün havasını yitiriyor anında. Oysa ben istemiyorum böyle olmasını, gerçekten isteyerek içine girdiğim bir hal değil bu. Fark etmeyeyim, okuyup geçebileyim istiyorum ama olmuyor bir türlü. Bu soruna bir çözüm bulunmalı. Ya bütün "de"ler "da" lar "ki"ler yerlerini bulsun, ya da Türk Dil Kurumu, dünyanın bütün de'lerine da'larına ki'lerine 'Birleşin!' çağrısı yapsın. Böylece sorun kökünden çözülür.