25 Nisan 2010 Pazar

Doğru limana varmak

Cemil Meriç'le ilgili geçen ay yazdığım yazıda şöyle demiştim: "Her yazdığı aklıma yatmasa da insan, Cemil Meriç okurken ne kadar engin bir denizle karşı karşıya olduğunu anlıyor hemen." Gerçekten de öyle...Engin bir deniz...Şimdi neyin aklıma yatmadığını söyleme zamanı: Cemil Meriç her engin denizin insanı doğru limana götürmediğine de bir örnek. Cemil Meriç'in yazın hayatı boyunca uğradığı birçok liman var. Gerçeği arayışında sığındığı birçok liman...

Entelektüel olarak batıdan beslenen Meriç, batının tahakkümüne karşı öyle öfkeli ki bu onun bir aydın olarak gerçeği bükmek gibi hastalığa tutulmasına neden oluyor bana kalırsa. Tarafsızlığını yitirmek demiyorum çünkü taraflı olmalı aydın, ancak gerçeği bükmek tehlikeli bir eğilim. Tam olarak neden bahsediyorum? Meriç, batıya düşman denebilir mi? Bence hayır; ancak batılılaşma bunalımında kendini kaybetmiş bir aydın toplamına düşmanlığından bahsetmek mümkün. Bu Meriç'i çubuğu sürekli diğer yana bükmeye ve örneğin Osmanlı konusunda başta bahsettiğim gerçekliği bükme noktasına getiriyor.
Batı karşısında duyulan aşağılık kompleksine duyulan düşmanlık, Meriç'i kimi zaman her illeti nimete dönüştürmeye kadar getiriyor. Bu Ülke'den bir bölüm:

"Divan Edebiyatı'nda roman yok. Niçin olsun? Batı'nın ilk romanlarından biri "Topal Şeytan" Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşadır. Osmanlı'nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teşhir etmek gibi bir hastalığı. Hikayeleri ya bir cengaveri ebedileştirir, ya "hisse alınacak bir kıssa"dır.
Roman'ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi, Avrupa'nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplum.
Başka bir tabirle, bu edebi nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir nispetsizliğin çocuğu. İçtimai bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alameti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, hayali çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?
Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı'nın romanını anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle değişecekti......"

Peki gerçekten Osmanlı en güçlü zamanlarında dahi Meriç'in dediği gibi "yaraları olmayan" bir cennet ülkesi miydi? Meriç'in yazın hayatı boyunca salındığı bu uç değerlendirmeler, belki onun ateşli üslubunun belki de Meriç'in Saint Simon için kullandığı, Tanıl Bora'nın ise Meriç'e yakıştırdığı tabirle "derin fakat aceleci zekasının" sonucudur. Benim ulaştığım sonuçlardan biri ise ilgi çekici biçimde Meriç'in hayatı boyunca savaşmayı görev bildiği batı karşısında duyulan aşağılık kompleksinin aslında dolaylı biçimde de olsa onun yazınını da şekillendirdiği yönünde. Başta dediğim gibi Meriç engin bir deniz; çoğu, kaynağını batıdan alan nehirlerden besleniyor ama işte her nehir doğru denize ve her deniz doğru limana götürmeyebiliyor insanı.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Kosmos ve Karolar...

Adliyede duruşma bekliyorum; koridor insanlarla dolu ve avukatlarla. Avukatlar... Kimi dünyanın en önemli işini yaptığını düşünüyor, kimi dünyanın en saçma işini, kimi sadece yapması gerekeni yapıyor. Bir de zoraki adliye misafirleri var, korku ve panik içindeler. Korkuyorlar, her yüz korkutucu, her söz anlaşılmaz onlar için ve aslında korkmakta haklılar, çok haklılar hem de.

Gözüm zemine takılıyor. Zemin tamamen mozaik karolarla döşenmiş. Biri dikkatimi çekiyor önce ufacık noktaları birleştirip zihnimde desenlerden bir yüz yaratıyorum. Sonra o yüz bağımsızlığını ilan ediyor artık zihnimde değil gerçekten orada. Sonra müthiş bir şey fark ediyorum, birbiri ardına dizilmiş mozaiklerin her biri benzersiz, hiçbiri diğerinin aynısı değil. Binlerce benzersiz kombinasyon ayaklarımın altında. Tam sağ ayağımın altındaki, binlerce mozaikten biri ama bir benzeri yok ve sol ayağımın altındaki de öyle. Büyüleyici...

Bu akşam Kosmos'u izledim ve tıpkı her gün üstüne bastığım, ayağımın altına serilmiş o mozaikleri izlerken hissettiklerimi hissettim. Kosmos üzerine düşünmek istemiyorum, sadece gözümü kapatıp tekrar izlemek istiyorum bazı sahneleri. Reha Erdem'in gözünden bakmak güzeldi. Bir görüntüde, anlatamayacağınız ama hissedebileceğiniz ve kelimelere dökmenin imkansız olduğunu bildiğiniz şeyle yüz yüze gelmek... Dünya müthiş bir yer. Ve kimi zaman kelimelere dökemeyeceğiniz şeylerin var olduğunu bilmek çok güzel.


17 Nisan 2010 Cumartesi

7/24 Romantizm

Dünyada ilgimi çeken bazı insan tipleri var, bunlardan biri de tam zamanlı romantikler. Bu arkadaşların en belirgin özelliği 7/24 romantik olmak gibi üstün bir yeteneğe sahip olmaları, üstelik bunun için romantizmi yöneltecek bir karşı cins öznesine de ihtiyaç duymamalarıdır. Her dakika muhtemelen uyurken bile romantiktir bu arkadaşlar ve bu durum, o sırada ya da geçmişte birine aşık olup olmamalarından tamamen bağımsızdır. Hatta kural olmamakla birlikte genel olarak yalnızdırlar. Ancak yanlış anlaşılmamalı; bu arkadaşları, birliktelik istedikleri için romantik rolü yapanlarla karıştırmak, haksızlık olur. Tam zamanlı romantikler, tamamen içtendirler ve yürekten romantiktirler.

Konunun biraz daha anlaşılması için birkaç örnek vermekte fayda görüyorum. Bu yeteneğe sahip olan insanlar, sürekli duygulanırlar. Akıllarını genelde soyut bir aşk kavramına takmışlardır, sürekli "aşkın ne müthiş bir şey olduğundan" bahsederler ama yukarıda değindiğimiz gibi bu etkinlik için aşık olmaya ya da bir öznenin varlığına ihtiyaç duymamak gibi olağanüstü bir yetenekleri vardır. Bu türün gelişmiş temsilcileri şiir dünyasına oldukça hakimdirler; her an söylenecek, oraya buraya msn'e, facebook'a yazılacak bir dörtlükleri hazırda bulunur. Bu şiirler genelde kötüdür ama zaten çok da fark etmez, yeter ki meramı anlatmaya yetsin.

Şiirdeki bu aza kanaat etme geleneği, şarkılar için de geçerlidir. Neredeyse unutuyordum: Güller!! Gül önemli bir unsurdur profil fotosu, şiir arkası zemin, şarkı arkasına slayt resmi olarak gül fotoğrafı kullanılması, önemli ayırt edici özelliklerden birisidir. Şarkı arkası slayta özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum: Şiirlerin, şarkıların arkasına siyah-beyaz sevgili fotoğrafları, uçuşan güller, kalpler ve kim olduğu belli olmayan kadın ve erkek fotoğrafları yerleştirerek slaytlar oluşturmak ve bunları yaymak yerleşmiş bir davranış kalıbıdır.

Tam zamanlı romantikler, birbirlerini hemen tanırlar ve kısa sürede kaynaşırlar. Özellikle kadın ve erkek cinsleri bir araya geldiğinde karşılıklı coşkunluktan öyle büyük bir enerji açığa çıkar ki açığa çıkan bu enerji, çevreye ciddi zararlar verebilir. Bu nedenle böyle durumlarda tehlikeyi sezip güvenli biçimde sanal ya da gerçek ortamdan uzaklaşmakta büyük yarar bulunur.

Eğer siz bir 7/24 romantik değilseniz bu kimselerle iletişiminiz zor olabilir çünkü sizi muhtemelen ruhsuz ve kuru bulacaklardır ve en iyi ihtimalle çabucak kırılıp, sizden soğurlar ve onları anlamayacak kadar duygusuz olduğunuzu düşünürler. Kötü ihtimal ise düşman başınadır, gözleri karardı mı o yumuşacık duygusal ruhun içinden ölümcül bir aşk ninjası fırlayabilir. Bu yüzden gerilim anında çok fazla tartışmaya girmeden sularına gitmek daha iyi bir fikir olabilir.

Sonuç olarak bu tür, temelde zararsızdır, zararları kendilerinedir. Elbette aşırı dozlarda muhatap olunduklarında yan etki riski vardır, tavsiye edilmez.

6 Nisan 2010 Salı

Aşırı iletişimle iletişimsizleşmek

Facebook, Twitter, MSN, Gtalk, blog, okumasitesi, şu sitesi bu sitesi... Aklım karışıyor. İnternet hesaplarımıza bakılırsa yüzlerce hatta binlerce arkadaşımız var. Herkesle arkadaş herkesle dostuz. Öyle mi acaba?

Hürriyet'ten Emre Kızılkaya'nın geçen gün blogunda da yayınladığı Salinger'e Ağıt yazısında şu cümle dikkatimi çekmişti:
"Mesela yeni iletişim olanakları sunan Twitter ve Facebook, iletişimi hakikâten kolaylaştırdı mı, yoksa onu aşırılaştırarak anlamını yitirmesine mi yol açtı?"

Gerçekten aşırı iletişim olanağıyla iletişimsizleşmek değil mi yaşadığımız? Herkesin kafasından geçeni öğrenebilme imkanımız var ama giderek insanların aklından geçeni öğrenmek anlamını yitiriyor. Herkesin nerede olduğu, ne yaptığı, kiminle evlendiği, çocuğunun nasıl göründüğü, ne düşündüğü bilgisi elimizin altında ama bu kadar elimizin altında olmaları bu bilgilerin önemsizleşmesine de neden oluyor olabilir mi?

Örneğin Facebook... Eskiden, birbirini tanıyan ancak uzun süredir görüşemeyen, görüşme imkanı bulamayan insanlar karşılaştığında, o güne kadar iletişim kurmamış olmanın kişisel bir seçim değil talihsizlik olduğuna inanmak, her iki taraf için de mümkün ve kolaydı. Üstelik bu sürpriz karşılaşma, yeniden gerçek ve içten bir ilişki kurmak için gerekli bir temel de olabilirdi. Oysa şimdi arkadaş listenizde olan ve istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz birine şimdiye kadar ulaşmadıysanız bu, onu o kadar da dert etmediğiniz anlamına gelmiyor mu? Birgün karşılaşırsanız "Ne kadar da özlemişim keşke daha önce karşılaşsaydık, bundan sonra daha sık görüşelim" deme imkanınız ya da bu cümlenin samimiyeti de ortadan kalkıyor böylece. Nitekim artık iki taraf da ulaşmanın çok kolay olduğunu ve mevcut durumun, talihsizliklere değil bir seçime ya da en iyi ihtimalle hayatın akışında karşıdakiyle görüşmenin öneminin alt sıralarda olması nedeniyle oluşan bir ihmale dayandığını biliyor.

Sanırım bu iletişmek meselesini gerçekten abartmış durumdayız ve pek de iyi bir yol değil bu. Bu yazıdan sonra bütün hesaplarımı kapatacak mıyım peki? Bu soruya yanıt ararken kendimi teslim alınmış hissettiğimi fark ediyorum. Tıpkı cep telefonuna, internete, google'a ve sahip olduğum diğer her şeye teslim olduğumu hissettiğim gibi. Bir süre daha tüm bu karmaşanın bazı iyi yönleri olduğunu düşünerek -ki bu da yanlış sayılmaz- vakit geçirebilirim sanırım :)

2 Nisan 2010 Cuma

Sadede gelmek...

Sesim yavaştan geldi ama baktım ki dünyaya söyleyecek pek önemli bir sözüm yok şu sıralar, idareli kullanmaya karar verdim kendisini. Bazen özellikle kafelerde, kalabalık yerlerde otururken o an dünyanın her yerinde konuşan insanların yarattığı gürültüyü toplasak muazzam bir uğultunun dünyayı saracağı düşüncesi geliveriyor aklıma. Uğultunun büyük kısmı da boş konuşmalardan oluşurdu muhtemelen.

Fazla konuşan insanlar zordur biraz ben özellikle dolmuşlarda otobüslerde zorlanıyorum, mesela dün bunlardan biriyle yan yana oturma talihsizliğine uğradım. Telefonda konuştuğu kişiyle birlikte beni de günün bir sürü gereksiz ayrıntısı içinde boğmayı başardı. Neden geç kaldığını anlatmak için lafı bu kadar dolandırması gerekmezdi bana kalırsa. Arkadaşıyla bir yere uğradıklarını, orada bekledikleri kişinin uzun süre gelmediğini açıklayarak başladığı konuşmasını elinin kolunun poşetlerle dolu olduğunu anlatarak devam ettiren yol arkadaşım, her poşette ne olduğunu, nereden aldığını, ne kadara aldığını, alırken ne hissettiğini ayrıntılı olarak anlatmaya başladı. Ben sanırım üçüncü poşette kulaklıkla sağlığımı koruyabileceğimi akıl edebildim.

Buradan gereksiz ayrıntılarla insanı canından bezdiren ve nedense büyük bölümü kadın olan arkadaşlara sesleniyorum : Yapmayın! Tutun kendinizi! Üç kelimeyle açıklanabilecek bir olayı sabah kahvaltıda ne yediğinizden başlayarak anlatmanıza gerek yok. Biz kahvaltı ayrıntısı olmadan da anlıyoruz derdinizi. Zaten başkalarını bilmem ama ben arada kopuyorum çaktırmadan haberiniz olsun, sadece önemli yerleri dinleyebilme gibi bir yeti geliştirdim kendime. Benden söylemesi ;)