16 Mart 2012 Cuma

Tedirgin bekleyiş

Hastayım, en azından iyileşmekte olan bir hastayım diyeyim.. Tam da masamda yapılmayı bekleyen işler birikmişken hasta olmak hiç de adaletli sayılmaz, işe gitmek istediğiniz bir zamanda işe gidememek o kadar da hoş değil.

Ev de dağıldı iyice. İlk taşındığım günlerde gösterdiğim özenin ne zaman ortadan kalkacağını merak ediyordum. Tahmin ettiğim gibi üç ay sonra asla hamaratlığıyla ve ev işlerindeki mükemmel başarısıyla övünemeyecek bir insan olduğum gerçeği su yüzüne çıkmış oldu. Ama temizlikte ve yemekte son derece hızlı olduğum bir gerçek. Bu da annemin şehir dışı seferlerinin dönüşünde savaş yerine dönmüş bir evi yaklaşık dört saatte misafir kabul edebilecek hale getirmek ve bu arada üç çeşit yemek hazırlamak konusunda yaptığım çalışmalarım sonucunda geliştirdiğim bir beceri. Gerçi zamanla yarışıyor olmanın yükselttiği adrenalinin eşliğinde kazanılan bu becerinin bedeli yorgunluktan titreyen eller ve bacaklar oluyordu ama olsun mühim olan ipi göğüslemek.

Sanırım bir "ev hanımı" olarak yetiştirilmemiş olsam da tek başına ayakta kalabilecek özelliklere sahip olarak yetişmiş olduğum söylenebilir. İnsanın annesi o kadar yoğun çalışınca kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmekten başka çaresi kalmıyor. Ağabeyimin olağanüstü yaratıcılığının da bunda etkisi vardır sanırım. Küçükken evi temizlemek gerektiğinde bir kağıdın üzerine evin planını çizer, toplanıp temizlenecek her bir nesneyi numaralandırır ve onları numaralarına göre paylaştırırdı. Sonra saatlerimizi ayarlayıp en kısa sürede evi temizleme oyunu oynardık. Çocukluğumla ilgili her anımda abimle ilgili anlatacak eğlenceli bir şeyler buluyorum ve eski günleri özlüyorum biraz.

Son günlerde "kaybetme korkusu" aklımı karıştırıyor. İnsanları sevebilmenin ve bağlanmanın aynı anda nasıl doğanın bir hediyesi ve laneti olabildiğine şaşırıyorum. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren nasıl sevmeyi öğrendiğimizi sonra bütün hayatımızı sevdiğimiz insanları kaybetmekten korkarak yaşadığımızı düşünüyorum. Her mutlu anın içine sinmiş güçlü bir kaybetme korkusu... Derinde gizlense bile orada olduğunu bildiğiniz büyük bir korku.. Bir gün ayrılacağını bilmenin ürkütücü acı tadı. Reddedilen kaçınılmaz bir son. Çocukluğun en güzel kısmı ve bence tek güzel kısmı henüz bu korkunun benliğimizin hakimiyetini tamamen ele geçirememiş olması. Çocukken ölümün yıldızlar kadar uzak, henüz somutlaşamamış soyut bir kelimeden ibaret oluşu... İnsanların sadece filmlerde ölüyor olduklarını düşünmenin güzelliği... Oysa yetişkin olduğunuzda doğanın hain bir oyununun içinde olduğunuzu görüyorsunuz, önce sizi insanları sevmeye onlara bağlanmaya zorlayan sonra da ömrünüz boyunca onları sizden almakla tehdit eden ve tedirgin bir bekleyişe mahkum eden doğanın hain bir oyunu. Evrenin içinde o kadar küçük, sıradan ve savunmasızız ki...

Hiç yorum yok: