
19 Nisan 2009 Pazar
Yol...

12 Nisan 2009 Pazar
One Minute! Kime diyorum?? One Minute!

Sayın Başbakanımızın monşerlere karşı kutsal mücadelesinin de ana sloganı olan “One Minute” açılımı, aynı zamanda rap şarkısı yapılmaya da müsait olması nedeniyle çağı yakalamış bir açılımdır. Ne yazık ki kimi kalın kafalılar tarafından başbakanımızın “One Minute” açılımı yeterince anlaşılamadı. “One Minute”, yeri geldiğinde “dürtüklenen” bir başbakanın isyanı olabildiği gibi memlekete teşrif eden Obama nezdinde, AKP’nin ABD’ye olan aşkının ifadesi de olabilmekte.
Mesela şöyle: Seninle One Minute, Umutlandırıyor bizi, One Minute siliyor canım, Yıllardır ettiklerinizi…

Bu kimseler İslam Dünyasının lideri olarak Türkiye’nin karikatür krizinin intikamını bir özürle geçiştirebileceğini düşünecek kadar saftırlar. Evet, gerçek şudur ki Türkiye, Rasmussen’in seçilmesini istemiştir çünkü amaç Rasmussen’i kendi sahamıza çekmek, İstanbul’a gelmesini sağlamaktır. Sonrasında planlar tıkır tıkır yürümüştür. Evet Rasmussen, özür dilememiştir ama toplantı öncesinde sağlam bir DAYAK yemiştir. Kolunun sargıda olmasının nedeni de budur. Dış politikadan bihaber insanlar, Rasmussen’in düşmesi nedeniyle kolunun sargıda olduğu hikayesine inanacak kadar monşerdirler.
Artık One Minute zamanıdır. Artık nurlu ufuklara umutla bakma zamanıdır. Başta ne demiştik artık Türkiye Dış Politikasının emin ellerde olduğuna ikna olup melekler gibi uyuma zamanıdır. Herkese iyi uykular! (OLCAY PINAR)
3 Nisan 2009 Cuma
İtiraflar...
Kitabın giriş bölümünde hikayeye ilişkin genel bilgiler ve kimi bölümlerden parçalar bulunmakta. Daha ilk sayfada şu satırları okudum, Coriolanus, halka şöyle seslenir:
Ne barışta rahat verirsiniz insana
ne savaşta;
Birinden ödünüz patlar,
ötekinde kıpırdanmaya başlarsınız.
Size bel bağlayan,
karşısında aslan beklerken tavşan,
Tilki beklerken kaz bulur;
Buz üstünde kor parçasına
ya da güneşte dolu tanesine
Ne kadar güvenirsem,
size o kadar güvenirim.
Tek erdeminiz,
suçlu bulunandan yana çıkıp
Adalete lanet okumak.
Hakkıyla yükselen her insan
Sizin nefretinizi çeker...
Her dakika fikir değiştirirsiniz;
Bir gün önce nefretle söz ettiğiniz adama
Soylu demeye başlarsınız;
Baş tacı ettiğiniz adamdan kötüsü olmaz bir anda.
Bu ikilem hali, kendim ve "halk" kavramı üzerine düşünmeme de yol açtı. Önce "halk" dediğimde kendimi ne kadar içinde hissettiğimi sordum kendime. Dürüst bir cevap verdiğimde bugün halk kelimesini kullanırken kendimi bunun içine dahil etmekte zorlandığımı fark ettim. Bir çeşit kibir ve yabancılaşmadan çok yanında üzüntü ve kızgınlığı taşıyan bir his bu.
"Ama" dedim kendi kendime "bundan yıllar önce mesela 70'lerde "Halk" denildiğinde kim bilir nasıl titriyordu insanların yüreği?" O halde zamandan, edinilen tecrübelerden, geçilen ve geçilmeyen sınavlardan bağımsız olarak kutsal bir "halk" kavramından bahsedilebilir mi? Bugün tam da Coriolanus'un söylediği gibi hırsızlar omuzlarda taşınıyorsa, yolsuzluk yaptığı gün gibi ortada insanları "halk" yeniden seçiyorsa; "halk" denildiğinde içim titremiyor da canım sıkılıyorsa suçlu muyum?
Elbette, yetişmiş bir insan olarak sorumlulukları göz ardı etmek değil kastım. Ancak eğer bir şeyleri değiştirmek gerektiğini düşünüyorsak önce önümüzdeki malzemeyle yüzleşmek de gerekir. Bugün halk denilen topluluğun -ki "halk" derken topluma rengini veren baskın karakteri kastediyorum- yüceltilecek bir yanı kalmış mıdır acaba? Hitler'i tezahüratlarla dünyanın başına saran da "halk" değil miydi? Peki Bush'u iki kez seçip cinayet silahını eline veren? Kendini Hitler'i destekleyen "halk"tan saymayanı suçlayabilir miyiz? Bence suçlayamayız... Şimdi beni de suçlamayın o zaman, sevgiyle dökülmüyorsa dökülemiyorsa ağzımdan "halk" kelimesi.
Bu yazıda tartışılacak, karşı çıkılacak birçok nokta olabilir, farkındayım. Açıkçası, düşünmem gerektiğine inanılan şeyler ile kendimi düşünürken bulduğum şeyler arasında sıkışmış durumda hissediyorum bazen. Teorik açıdan birçok açıklama yapılabilir bugün içinde yaşadığımız duruma. Ekonomik ve sosyal bir çok açıklama yapılabilir. Bütün açıklamalardan öte aklımdan geçen en dürüst cümleleri yazdım sanırım. Bazen doğru bir şekilde anlatmak için yardım almak gerekir bir ustadan. Shakespeare ile başladım Nazım'la bitireyim o halde. Beklenen bir son olacak belki ama onun cümlelerinden daha iyisi kurulmadı henüz. Olcay PINAR
DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Nazım Hikmet
1947