21 Temmuz 2011 Perşembe

Tommie Smith, Peter Norman, John Carlos

Bugün yayınlayacağım yazı başka bir bloga ait. Elbette adres vererek yayınlayacağım. Bu yazıya http://www.soksa.com adresinde rastladım. Benim blogumu takip edenler de okusun istedim. Herkesin spordan daha doğrusu şikeden bahsettiği şu günlerde sporun ve sporcuların başka bir yüzünü hatırlamak bana iyi geldi herkese iyi gelsin istedim... İşte okunası bir misafir yazı:

Gençlik ve serdeki hafif anarşistlik... 200 metrede altin ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos'un siyah deri eldivenli yumruklari havada, başları önde posteri yıllarca hayal dünyamizi ve asil oda duvarlarimizi süslemisti.

Itiraf ediyorum ki, Aynur Çagli'nin o muhtesem haberini okuyana kadar ayni karede önde duran, gümüs madalyali Avustralyali beyaz atlete hiç dikkat etmemisim. Adi Peter Norman imis...

Iste bu atlet geçen hafta öldü. Haberin ve konunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi budur.

Gelelim hikayeye...

Mexico City'de 200 metre finali kosulmus. Amerikali (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciligi Avustralyali (beyaz) Peter Norman kazanmis.

Madalya töreni için bekledikleri sirada, Carlos, Peter Norman'in yanina gelerek sormus:

- İnsan haklarina inaniyor musun?- Evet, inaniyorum.- Peki ya Tanri'ya?- Bütün kalbimle...
Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planini açiklamislar, Norman tereddütsüz katilmis:

- Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektigini söyleyin!

Ilk defa, o günler için müthis bir provokasyon hatta devrim sayilacak bir eylem planliyor iki genç adam: Amerika'daki irk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirligi ve ikinci sinif vatandaşlığı protesto edecekler... Ama nasil?

Fikir Norman'dan geliyor: bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sag tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor; fakirligi sembolize etmek için çiplak ayakla kürsüye çikiyorlar, baslari kederle öne egik, sikili yumruklarini havaya kaldiriyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanismasini göstermek için kalbinin üstüne 'Insan Haklari Için Olimpiyat Projesi Hareketi'nin kokartini iğneliyor.

Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor ve eylem koyuluyor.

Ve tabii (hatirliyorum) dünya birbirine giriyor. Amerika ayaga kalkiyor. Olimpiyatlar bile gölgede kaliyor, dünya gazeteleri yumruklari havada siyah atletlerin fotografini birinci sayfadan veriyor...

Amerikan Olimpiyat Komitesi iki siyahin spor kariyerini o saniye bitiriyor. Eylem amacına ulasmis, Amerika'daki zenci azinligin durumu dünya gündemine girmiştir. Smith ve Carlos spor hayatlarini (ve buna bagli olarak geleceklerini) feda etmisler ama dünya tarihine geçmişlerdir. Dünyadaki yüz milyonlarca ezilmis siyahin ilahi haline gelmislerdir.Peki ya Avustralyali beyaz Peter Norman?

Meslektasim Aynur'un anlattigina göre, Norman'in da hayati kararmis.

Tommie Smith diyor ki:

"Peter, bir beyazdi. O günlerde siyahlarin haklarini savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemigi sahibi beyaz çok azdi. Peter, Avustralya'ya döndügünde kimse yüzüne bakmadigi gibi, herkes tarafindan yargilandi. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dislandi. Tehditler, issizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yasadık ki, üçümüzün de ilk evliligi sona erdi."

Avustralya Devleti Norman'i ölene kadar affetmemis ama... Norman intikamini mezara götürmüs: 1968 Olimpiyatlari finalinde ikinci olurken kirdigi 200 metre Avusturalya rekoru hâlâ, 38 yil sonra kirilamamis.

Ölene kadar süren 'eylem kardesligi'

Iki amerikali ve bir Avustralyali 'lanetli' atletin o gün baslayan 'eylem kardesligi' ve dostluklari ömür boyu sürmüs. Aradan geçen 38 yil boyunca, yazismislar, bulusmuslar, görüsmüsler.

Ta, geçen hafta, Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yasinda ölene kadar.

Ve simdi, asagidaki fotografa iyi bakin:

Tommie Smith, Peter Norman, John Carlos

Melbourne'de yapilan cenaze töreni. 'Onurlu beyaz atlet' Peter Norman'in tabutu, Tommie Smith (solda) ve John Carlos'un omuzlarinda!

Üç 'eylem kardesi' son kez omuz omuza...

Nasil, muhtesem bir haber degil miymis?

Bu habere neredeyse tam sayfa ayıran Star'a bravo. Ve tabii Aynur Çağlı'ya da kocaman bir bravo. Final onun ağzından:

"Cenaze töreninde Carlos ile Smith'in yanina gidip ' Siz Mexico City'de yumruklarinizi havaya kaldırdığınızda, biz Türkiye'deydik. Seref kürsüsündeki fotografiniz o gün bize ve kusagimiza çok şey ögretti ' dediğimde, Carlos yüzünde içten ve gururlu bir gülümsemeyle egilip,' Bizim de bütün amacımız buydu zaten ' dedi."

(Star, 16 ekim)

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Ankara'ya...

İnsan, hayatının neredeyse yarısını geçirdiği bir kenti terk etmeye hazırlanırken garip hissediyor doğrusu. Uzun yıllardır Ankara'dan gitmeye çalışıyorum belki de bu kente geldiğim güne dayanıyor bu kaçış planı. Aslında bu kaçış isteğinin bütün yükünü bu kente yıkarsam haksızlık olur, içten içe biliyorum ki hangi kent olsaydı kaçmak isteyecektim ve hangi kent olsa yine kaçmak isteyeceğim.

Ankara'yı dev bir asansöre benzetmişimdir hep. Burada insanlar meydanlarda sanki etraflarında gerçekte kimse yokmuş gibi yürürler. Uyur gezer gibidir Ankara insanı, on santim uzağından geçen kişinin varlığını yok sayar, göz teması kurmaktan kaçınır. Bazen belediye otobüslerinde yolculuk ederken otobüse benden sonra binen insanları izliyorum oturduğum yerden, sanki bir rüya alemindeler gibi geliyor bana. Herhangi bir insanla gerçek anlamda temas kurmadan göz yordamıyla bulduğu boş koltuğa oturan insanlar...

Arzu, bir süre yaşadığı Ankara için "Burası obezleşmiş bir taşra kasabası gibi" demişti. Doğru yönleri olan bir tespit bence. Ankara özellikle esnaflarından, şoförlerinden nezaket görmenin sıradışı olduğu bir kenttir, sıcak bir tavırla karşılaştığınızda o gün gerçekten iyi gününüzde olduğunuzu hissedersiniz ve "Bir piyango bileti mi alsam" sorusu belirir hemen zihninizde.

K harfinin boynunun bükük kaldığı kenttir Ankara. Alfabenin en mağdur harfidir "K", burada.

Ama kendimi hiçbir zaman ait hissedemediğim bu kentten gitme ihtimalimin oldukça yüksek olduğu şu günlerde Ankara'yı benzersiz kılan bir özelliği fark ediyorum keskin bir biçimde. Hiçbir kent insanın hayatına bu kadar güzel insan sokamaz sanırım. Şimdi bir bölümü Ankara'da yaşamasa da hayatıma o kadar çok güzel insan taşımıştır ki Ankara. Tıpkı kıyıya sürekli hediyeler bırakıp uzaklaşan yorgun bir deniz gibi. Gerçek dostlar... Gözlerinden güzellik taşan insanlar... Tam gitmeye hazırlanırken bile o deniz, son numarasını yapmaktan kaçınmaz hatta.


Neredeyse bir çocukken geldiğim bu kentten şimdi bir yetişkin olarak ayrılmaya hazırlanırken görüyorum ki burada tanıdığım insanlar olmasa hayatım çekilmez olurdu, buradayken yaşadığım şeyler olmasaydı bu kadar sevmezdim kendimi..

İşte o nedenledir ki yıllardır kaçmaya çalışılan bu kent, tam da giderken insanın içine hüznü oturtacaktır. İşte o nedenledir ki hiçbir kent; bu kupkuru bozkır kentinin, bu obezleşmiş taşra kasabasının ya da taşralaşmış obez kentin, bu dev asansörün yerini tutamayacaktır. Hep özlenecektir Ankara...