19 Aralık 2009 Cumartesi

Ahir ömürde Avatar izlemek...

Avatar'ı izledik Cuma günü. Doğrusu ben sinemada açılan bir çığır göremedim. O çığır, ben üç boyutlu görüntü için verilen gözlüklerden dolayı kan çanağına dönmüş gözlerimi ovuştururken açıldı da o yüzden kaçırdıysam başka tabii.

Sonuç olarak arada bir Amerika'nın Irak işgaline gönderme yapılması itibariyle iyi niyetli olabileceği düşünülse de her zamanki gibi seçilmiş Amerikalı üstün kişinin çaresiz yerli halkı kurtardığı sıradan bir filmden öteye geçememiş Avatar. Kısacası "Mazlumların Amerikalılardan kurtulması gerekiyorsa onu da ancak bir Amerikalı yapabilir" diyor film. Bir zamanlar Nevzat Tandoğan'ın "Memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz" demesi gibi.

Filmde benzer Hollywood filmlerinde rastlanan klişelerin tamamı mevcut, her zamanki gibi bütün mahlukat, gezegenin yerlilerine değil de nedense bizim yankiye biat ediyor. Ayrıca satır aralarında savaşın bütün sorumluluğunu kendinden psikopat bir komutana yükleyen filmde, gezegenin doğal kaynaklarını sömüren kapitalistler başta olmak üzere herkes temize çıkıyor. Yaşanan katliamın sorumlusu kim peki?: Kafayı sıyırmış bir komutan!! O da temyiz gücüne sahip olmadığına göre sorumlu kim? Sorumlu yok!!

Filmin teknik gelişmişliğine gelince... Elbette sinemada yeni tekniklerin kullanılması güzel bir şey, uzun zaman uğraştıkları belli oluyor. Ama 400 milyon dolar harcanarak dizayn edilen robot askerin parmaklarının olması, robotun içindeki kullanıcının arkayı görmesi için düşünülebilen en ileri teknolojinin bir kamyon dikiz aynası olması, ayrıca robotun son sahnede belinden bir rambo bıçağı çıkararak saldırıya geçmesi pek ilginçti. Başka dünyaları işgal edecek, o dünyada yaşayanların bedenlerini laboratuvarda oluşturup zihinsel olarak kontrol edecek teknoloji var ama robot belinde rambo bıçağıyla geziyor. Müthiş doğrusu...

13 Aralık 2009 Pazar

Panait Istrati


Romen yazar Panait Istrati'nin(1884-1935) Akdeniz isimli kitabı elimde ve aşağıdaki satırları okuyunca onu da "dünyada sevilecek insanlar" listeme yerleştiriyorum hemen:

Akdeniz- Oda Yayınları (Türkçesi- E. Murat Cengiz)- sayfa 18:

"Kuşkusuz, bütün bu yeni tıraşlı ve güzel yolluklar giymiş beyler, beyazın baskın olduğu ve arada, bir kırmızının, bir mavinin, bir yeşilin göz alıcı bir güneş altında çiğ renkleriyle yüreğe işlediği ipek giyitler içinde gönül çeken bütün bu güzel kadınlar; sonra martı kümelerince izlenen ve denizin sonsuzluğu içinde yitmiş gemimizi saran masal havası... Evet, bütün bunlar beni hayran bırakıyor. Güzeli, kadını, yoğun hayatı seviyorum. Bu insanları ve mutluluklarını kıskanmıyorum, ama benim ilintili olduğum dünyayla, onun yoksulluğunun bir yaşama örneği olması gerektiğini de söylemiyorum. Yeğleme hakkım olsaydı, refahı yoksulluğa yeğlerdim.

Ama yine de bugün dünyanın neredeyse her yanında egemenlik sürüp, bir azınlığın mutluluğu için tek koşul olan korkunç yoksulluğun göbeğinde görkemli bir hayatın mutluluğu olabileceğine aklım yatmıyor. Eğer rahat bir hayata kavuşmam sadece bu şartla mümkün olacaksa, kendi yoksulluğumu yeğlerim. Başkalarının yıkımı yanında, bana üzerinde mutluluk sunacakları altın tepsiyi hemen yere fırlatırım. Benim hayat görüşüm bu açıkçası. Eğer bir gün bu konudaki yargım değişecek olursa, o zaman ben aşağılık bir adam olurum. O zaman bana hain desinler ve boynuma ilmiği geçirsinler.

Görüldüğü gibi benimki toplumsal bir kuram değil, onur duygusu. Birincisi bireysel mutluluğa el verir, ikincisi, hayır! Asla. Ruhu incitir bu. Eh, nihayet, dürüst olmanın, vicdanı her türlü yalandan arındırmış olmanın yüz çeşidi yok ya! Ah, her önüne gelenin gözlerinin içine bakarak şöyle diyebilmek ona: Sana tek kuruş borcum yok! Çekil git, benim utanmaz kardeşim! Ha masadaki şu kara ekmekte gözün varsa, al! Ama gönlüme dokunma!"

2 Aralık 2009 Çarşamba

Küçük Prensi Buldum


Başlığı öylesine atmadım, gerçekten Küçük Prens'in izini buldum hem de en umulmadık ama en mümkün yerde: Ankara'da Roma Hamamı'nda. Tabii ya daha önceden düşünmeliydim. İz bırakacak en akıllıca yer Ankara'da neredeyse bir Allah'ın kulunun gitmediği koruma altındaki bir ören yeri olabilirdi zaten. İnanmıyorsunuz değil mi? Ya da kelime oyunu yaptığımı düşünüyorsunuz. Bunu da düşündüm ve kanıtımı da getirdim yanımda.

Birkaç hafta önce Özhan'la Roma Hamamı'na gitmiştik, ören yerini dolaşırken başımı çevirdim ve onu gördüm, orada öylece bana bakıyordu. Şaşkınlıkla yanına yaklaştım, gerçekten oydu. Küçük Prens, giderken bir iz bırakmıştı, antik bir mezar taşının üzerine hem de. Ne kadar akıllıca ve anlamlı değil mi. İşte yandaki fotoğrafı orada çektim. Küçük Prensi ve boynunda solda uçuşan atkısını görüyorsunuz değil mi?Tıpkı yanda Antoine de Saint- Exupery'nin çizdiği gibi..














Küçük Prens, benim ilk okuduğum kitaptı. Ya da hatırladığım ilk kitap diyelim. Hala duygulanırım okudukça, geçen yaz yeğenime her gece yatmadan bir bölümünü okumuştum. Hikaye bittiğinde yine bir iki damla gözyaşıyla veda ettim Küçük Prens'e.

Şimdi uzun bir yazı olmasını göze alarak aşağıya Küçük Prens'in en sevdiğim bölümlerinden birini ekleyeceğim. Vaktiniz çok mu değerli, sonuna kadar okumayacak mısınız? Bir daha düşünün bence Küçük Prens'ten bir parça okumaktan çok daha önemli olan bir iş gerçekten çok önemli olmalı, öyle eften püften bir şey için vazgeçiyorsanız Küçük Prens'ten, hayatınız üzerine bir kez daha düşünmelisiniz belki de... Küçük Prens Tilki'yle karşılaşır: 21. Bölüm:

İşte o sırada bir tilki çıkıverdi ortaya.
“Günaydın” dedi tilki.
“Günaydın” dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi.
“Buradayım! Elma ağacının altında.”
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”

“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öylemutsuzum ki” dedi küçük prens.

“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,”

dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi

tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
“Bağ kurmak mı?”


“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni.

Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.
Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.
“Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi.
“Elbette” dedi küçük prens. “Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.”
“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”
“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”
Ertesi gün küçük prens yine geldi.
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.

Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.
“Gelenek nedir?”
“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.

Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.

“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim.
“Doğru, haklısın” dedi tilki.
“Ama ağlayacağını söyledin!”
“Evet, öyle.”
“O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.”
“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde, sana hediye olarak bir sır vereceğim.”
Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.
“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara. “Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”
Güller bu duyduklarına çok bozuldular.
“Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”
Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.
“Elveda” dedi.
“Elveda” dedi tilki de. “Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”
“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi küçük prens.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.

Bu bölümü bitirdiğimizde, ablam odaya girdi ve o zaman sekiz yaşında olan yeğenime Berdan'a iyi geceler demek için sarıldı, öptü. Berdan, şöyle dedi annesine: "Anneciğim sen beni evcilleştirdin sanırım, öyle değil mi?" Öyleydi gerçekten. OP


23 Kasım 2009 Pazartesi

Popüler Kültür Şeyleri...

1- Gülben Ergen'in otuz iki diş, sahte mükemmelliğinden sıkıldım.

2- Bülent Ersoy'un sesi bence çok rahatsız edici, huzur falan bırakmıyor bende.

3- İbrahim Tatlıses'in gırtlak nağmelerini dinlemeye katlanamıyorum. Bana kalırsa hiç de bulunmaz ses değil onunki, hatta benim için son derece rahatsız edici bir sese sahip kendisi.

4- Zeki Müren dinlemekten hoşlanmıyorum, özellikle son dönem şarkı söyleyişini hiç sevmiyordum.

5- Hürriyet'in internet sitesini düzenleyenler herkesin aklının sadece bel altına çalıştığını düşünüyor olmalı.

6-Forumlardan ordan burdan yazı araklayıp kendi yazısı gibi ortalara sunanların cesaretini şaşkınlıkla karşılıyorum.

7- Helin Avşar, Rasim Ozan Kütahyalı fotoğraflarından sonra Ayşe Arman bile havalı gelmeye başladı bana.

8- Son dönem en kötü kadın oyuncular ilk üç sıralamam şöyle:
açık ara farkla 1. Melis Birkan(Issız Adam'ın Ada'sı, Bu Kalp Seni Unutur Mu'nun lise müsameresinden fırlamış oyuncusu) 2- Beren Saat- (Yüzüne, eline koluna hakim olmak konusunda harcadığı çaba bende acı çektiği izlenimi uyandırıyor) 3- Berrak Tüzünataç (Kıskanmak Filminde yaba gibi ellerini yanlardan sallandırarak 'Abla niçiin niçiiin' diye sızlandığı bölümle zihnimde onarılmaz yaralar açtı kendisi. Yine de Melis Birkan gibi bir oyuncunun yanında olması büyük şans bence)

9- Demet Şener'in asaleti gözlerimi yaşartıyor, kendi avamlığımdan utanıyorum.

10- Özgü Namal olmamış o çiftliğe.

11- Seda Sayan'dan ürküyorum gerçekten, reklamlardan fırlayıp saçımı başımı yolacakmış gibi geliyor.

25 Ekim 2009 Pazar

Koşmak isteyen çocuk

Bugün(cumartesi), hiç de iyi başlamamıştı doğrusu. Sabah bir silahla yaralama olayı için karakola çağrıldım. Apar topar çıktım, kahvaltı bile yapmadan... Otobüsü saniye farkıyla kaçırdım, sonraki otobüs bir türlü gelmek bilmedi. Sonra karakoldaki polislerin verdiği bilgiye göre o tarafa giden otobüslerden birine binmek için Sıhhiye'ye gittim. Fakat ne mümkün? Polislerin Sıhhiye'den kalkar dediği otobüslerden hiçbiri Sıhhiye'den kalkmıyormuş.

Bilmediği konularda bile net bilgiler verebilme yetisi gelişmiş halkımın simitçi, otobüs şoförü ve bilet satıcısı temsilcilerinin elinde bir o yana, bir bu yana yaklaşık yarım saat savrulduktan, nadide kolluk güçlerimizle telefonda kapıştıktan sonra, tesadüfen bulduğum doğru otobüsle karakola ulaşabildim. Öylesine yorgun ve sinirliydim ki bir animasyon karakteri olsam burnumdan solurken görebilirdiniz beni. Burada da nadide polis memurlarıyla ufak bir kapışmanın ardından ifadeye girip geri döndüm.

Yolda o kadar bitkin, bıkkın, sinirliydim ki bir an otobüs, Roma Hamamı önünde durunca atlayıp içine girmeye niyetlendim. Kendimi eski kalıntıların içinde daha iyi hissederim gibi geldi, sanki o taşlar, mezarlar daha temiz bir dünyaya aitmiş ve ben bir an olsun bu dünyadan kopacakmışım, arınacakmışım gibi geldi. Fakat tereddüdüm yüzünden otobüs uzaklaşırken öylece bakmakla yetindim.

Ardından büroya giden dar sokakta yürümeye başladım. Dikkat bile etmeden bir çocuk ve iki adamı hızlıca geçtim. Sesinden sekiz-dokuz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim çocuğu duydum sonra, şöyle dedi: "Babaaa, biz hep böyle yürüyecek miyiz? Koşsak ya. Ben koşmak istiyorum, şöyle bir koşup gelebilir miyim?" Öylesine basit, öylesine doğrudan, öylesine gerçek ki... İşte çocuk koşmak istiyor sadece, koşup gelecek. Öylesine doğal ki bu onun için. Bütün karmaşanın, gereksizliğin ortasında bir çocuk. Koşmak istiyor...

Yürümeye devam ettim, yüzümde günün ilk gerçek ve içten gülümsemesiyle. Hayat güzel gerçekten...

21 Ekim 2009 Çarşamba

ALDATMAK

Bu yazıda aldatmak ve sadakat kavramlarını, cinselliği bence fazlasıyla büyüten yaklaşımın aksine cinsellik açısından değil, aşağıdaki anlamlarını esas alarak konu ettiğimi belirterek başlayayım. Yani aldatmak, "yalan söylemek" sadakat ise: "içten bağlılık"tır bana göre...(bkz. TDK sözlüğü)

Biz sürekli ilişkiler üzerine konuşmayı bağımlılık haline getirmiş bir neslin üyeleriyiz. Hayatımız durmaksızın ilişkileri tartışmak, tartmak, yorumlamak ve tanımlamaya çalışmakla geçiyor. Belki toplumsal dönüşüm iddialarının zayıflaması, sanatı olduğu gibi kendi sohbetlerimizi de bu alana hapsetmeye başlıyordur. İlişkilere bu denli analizci bir bakışın bir faydası oluyor mu pek emin değilim, bu her şeyi daha karmaşıklaştırıyor belki. Tanımlama, sistematize etme uğraşı, anlamlı ilişkiler kurmayı zorlaştırıyor bile olabilir.

Yukarıda yazdıklarıma tezat olacak olsa da şimdi ben de bu mesele üzerine bir iki satır yazacağım, özellikle şu meşhur "sadakat" konusu üzerine. Bu aralar herkes söz birliği etmişcesine artık karşılıklı sonsuz güvene dayalı bir ilişkinin kurulamayacağını söylüyor bana. Kimileri bunu doğrudan ifade ediyor, kimileri ise dolayı yoldan, bazıları da bu konuda inançlarını yitirdiğini anlatıyor bana. Denildiğine göre kaçınılmaz bir durummuş bu ve şaşırmamak gerekirmiş başınıza geldiğinde, insan doğasıymış vs. vs. Ama ben anlayamıyorum bunu. Eğer gerçekten böyleyse, dünyadaki bütün insanlar koca bir yalanı yaşıyorlar demektir. Hatta eğer böyleyse hem sadakatsizler hem de sadakatsiz olamayanlar hep birlikte koca bir yalanı yaşıyorlar demektir. Halen birlikte olan insanlar ise yalnız kalmamak uğruna bir yalanı birlikte sürdürüyor demektir.

Bütün karmaşıklaştırma çabamıza rağmen basit olan bir şey var bana kalırsa. Sevgi, bir insana değer vermektir ve insan değer verdiğini bir yalanla yaşamaya mahkum etmez. İnsan türünün tek eşliliği tartışma konusu olabilirse de aşk zaten doğal bir süreç değildir. Belki de sevgi, doğanıza karşı çıkmak, doğanıza direnecek kadar bir insana değer vermektir. Elbette sevginin göstergesi, sadakat ilkesi üzerine kurulu bir ilişkide sadık olmakken sonsuz özgürlük üzerine karşılıklı mutabakata varılmış bir ilişkide(ben henüz rastlamadım böyle bir örneğe gerçi) ise özgür bırakmak olabilir. Yani aslında bu, cinsellikle değil kişisel ahlakla ilgili bir konu daha çok.

Oysa ben dostluklarına ne denli sadık olduklarıyla övünen insanların sevgililerini aldatmayı nasıl doğal ve kaçınılmaz bir şey saydıklarını şaşırarak izliyorum. Ne garip.... İnsanlar birbirleriyle dost olamayacaklarsa hayatı nasıl paylaşıyorlar peki? Daha da önemli olan soru şu ki :"Neden paylaşıyorlar?"
Eğer gözünüzü kapatıp kendinizi geriye bıraktığınızda yol arkadaşınızın sizi tutacağına, düşmenize izin vermeyeceğine güveniniz sonsuz değilse, yalnız kalmayı tercih etmekte bir gariplik yok bana kalırsa. En azından böylece kafanızı gözünüzü dağıtma ihtimaliniz daha düşük olur.

Türk filmlerinin gerçek dışı aşk ilişkilerinden, tam tersi bir uca doğru sürüklenen duygusal dünyamızın değişimi, klişeliği ve sıkıcılığı gerçekliğini gölgelemeyen bir konuyla da ilgili aslında: Tüketim Toplumuyla... Öyle ya delicesine her şeye sahip olup patlayıncaya kadar tıkınmak üzerine kurulu, insan ihtiyaç ve taleplerinin sonsuzluğunu ayet gibi insanlara kabullendirmiş bir sistemde "sevgi" ne derece koruyabilir ki kendini? Yine de bu kimseyi haklı çıkarmıyor. En nihayetinde dayatmalalara dayanamayan, hayatına aldığı insanlarla vitrinde satılan cep telefonları, ya da açık büfedeki yemekler arasındaki ayrımı algılamayanların mutsuzluk ve doyumsuzlukları nedeniyle sızlanmaya da hakları olmamalı.

Fark ediyorum ki yazının başında sahip olduğum yadsıyan, isyankar ruh hali, bu satırlara ulaştığımda yerini bıkkınlığa ve umutsuzluğa terk etmeye başlıyor. Sonuçta belki de söylenenler doğrudur. Artık büyük çoğunluk açık büfeye öyle alışmıştır ki başka türlü yapamıyordur; gördükleri her şeyi tabaklarına doldurmadan tatmin olamıyorlardır.OFP

6 Ekim 2009 Salı

Gemi...


Kaybettiklerimize,
yeni kazandıklarımıza
yeniden kazandıklarımıza
ve
hiç kaybetmediklerimize......

Dostluk, açık denizde dostlarınızla birlikte yürüttüğünüz bir gemi gibidir. Yolculuk başlangıçta öyle tatlı, öyle güzeldir ki sonsuza kadar devam etsin istersiniz. Güneşin sıcaklığı yüzünüzü ısıtırken, birlikte yol aldığınızı bilmek gibisi yoktur. Sonra herkes, bir ucundan tutar geminin; herkes, canla başla çalışır gemiyi yürütmek için. Emek verdikçe güçlenir gemi. Arada bir misafirleri de olur geminin. Şöyle bir bakar, sofranızda keyfinizi paylaşır, sonra yollarına devam ederler.

Ancak, açık denizde dostluk gemisinin işi zordur. Kimi zaman, çetin fırtınalara rastlar gemi. Eğer çalışmakla, emekle güçlenmişse gemidekilerin kolları, her biri bir yerlere, birbirlerine tutunur ve kurban verilmez açık denizin hırçın dalgalarına.

Fakat yol uzundur ve her uzun yol gibi yorucudur. Zamanla kayıplar olur gemide. Kiminin aklı başka yerdedir, ayağı kayıverir geminin güvertesinde. Tutmaya çalışırsınız, sanırsınız ki onun gönlü de kalmaktan yana. Oysa O, çok uzun zaman önce gitmiştir zaten.

Kiminin gözü yanından yöresinden geçen daha parlak, daha neşeli başka gemilere ilişir. Bir de bakmışsınız ki yılların yorgun emektarını hafifsemeye başlamış, hatta yok saymaya. En sonunda atlar bir kayığa ve ağır ağır uzaklaşır gemiden yüzünde hazin bir gülümsemeyle.

Kimi o kadar uzun zamandır gemi için çalışmayı bırakmıştır ki ilk fırtına zayıflayan kollarının cezasını keser. Biri daha eksilir mürettebattan.

Yine de yürür gemi, geride kalanlarla, yeni katılanlarla, aklını başına alanlarla ve yeniden dört elle gemiye sarılanlarla. Yine de yürür gemi ve yürüyecektir de kaybedilen her mürettebatın anısını yanında taşıyarak...ofp

23 Eylül 2009 Çarşamba

Tatil kandırmacası...

Tecrübelerime dayanarak söylemeliyim ki "tatil denilen şeyin yenilenme sağladığı" iddiası, tam bir uydurmacadan ibaret." Güzel geçmiş bir tatil, sadece yılın geri kalan kısmında ne kadar can sıkıcı bir yaşamınız olduğunun doğrulanmasından başka bir şey değildir bana kalırsa. Etrafınıza bakmanız yeterli, tatilden gelip mutlu olan kaç kişi var çevrenizde? Yoktur, olmaz...
Tabii burada kastettiğim şu sonuncusu gibi ne olduğu anlaşılmayan birkaç günlük tatiller değil. Şöyle en az on günlük bir tatilden söz ediyorum. Zira tatilin alıştığınız yaşam biçimiyle bağlarınızı koparacak kadar uzun sürmesi gerekir yukarıda bahsettiğim etkiyi yapabilmesi için. Yıl boyunca geçirdiğiniz yaşamın kaçınılmazlığını ve idealliğini şüpheli hale getirecek kadar bir uzunluktan bahsediyorum. Hem şu geçtiğimiz bayram tatilinin pek kimse için tatil etkisi yapmadığı da ortada ne de olsa memlekette dokuz gün olmayan bayram tatiline tatil demeyecek kadar alıştı bünyemiz dokuz günlük tatillere. Söylenilene göre kurban bayramı da cücük tatil olarak kalacakmış bu sene. Pazar gününe geliyormuş son günü, geçen gün bir arkadaş öyle söyledi. Aslında biraz daha zorlayıp bir günü pazartesi gününe sarksaydı yeterdi, biz onu tamamlardık cuma gününe ama yapacak bir şey yok anlaşılan bu kez.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

İnsan Telefon Defterini Temize Çekerken Bazı İsimleri Eski Defterinde Bırakır


Onlar artık bir daha asla aranmayacaktır. Garip bir hüznü barındıran bu

silik isimlere bakılır bakılır. Kimi okuldan sınıf arkadasınızdır, kimi
çok çabuk unutuverdiğiniz bir sevgili, kimi bir cafede aylarca her şeyi
ama her şeyi paylaştığınız birisi; ya da istifa ettiğiniz bir yerden bir
arkadaşınız! Soyadları sorulmamış bir sürü hatırlanmayan isim de vardır
defterde; ve şüphesiz üstünde isim olmayan telefon numaraları korkunç
bir operasyonla onlarca hayat, onlarca güzellik bir çırpıda ortadan
kaldırılır.

İNSAN TELEFON DEFTERİNİ TEMİZE ÇEKERKEN BAZI İSİMLER ÜZERİNDE DURUR.

Onca zaman sonra bir kez arasanız, sesini duysanız... Ona edilebilecek
bir çift sözünüz yoktur! Birlikte gittiğiniz filmler, meyhaneler, evler
birbirinizi yıllar sonra özlemenizi sağlayacak sevgiyi aşılamamıştır
size. Yalnızca bir isimdir şimdi o. Temize çekerken atlarsınız
hemen. Derhal çevirirsiniz sayfayı telaşla, alelacele. Oh, isim geçmişte
kalmıştır.

İNSAN TELEFON DEFTERİNİ TEMIZE ÇEKERKEN HAYATINIDA SORGULAR!

Hangisi ihanet etmiştir, hangisi yalvarmıştır kendisini bırakmamanız
için; hangisinin bir süre sonra arkanızdan konuştuğunu duymuşsunuzdur;
hangisi sizi en güzel öpmüştür; hangisi rüyalarınıza girmiştir, hangisinin
ayak parmakları ilginizi çekmiştir, hangisine hediye alırken zorlanmışsınızdır,

hangisiyle en hararetli tartışmalara girip kavga etmişsinizdir, hangisi için

sabahlara kadar içip içip ağlamışsınızdır? ! ...


Doğrular, yanlışlar, hatalar, tutkular!

Birlikte EDİP CANSEVER okuduğunuz o insanlar, solmuşlardır.

İNSAN TELEFON DEFTERİNİ TEMIZE ÇEKERKEN YALNIZLIĞINI DA KANITLAR.

Bütün bu insanlar şimdi nerede, ne yapmaktadırlar? Saat elbette
dört'tür! Paradoks, labirent, koni, tüm bilimsel ifadeler ve mantalite tersine
dönmüştür. Ters dönmüşüzdür. Bu tek başınalık ve bu isim katliamı
aslında size ters gelir... Çalan telefona bakarsınız. Acaba? Acaba telefon
defterini temize çeken bir arkadaşınızın son anda kurtarma çabası mıdır?

Bir iki kırık sözcük, yarım yamalak bir buluşma, belki...

Bilemezsiniz...

LÜTFEN, AMA LÜTFEN TELEFON DEFTERLERİNİZİ KAYBETMEYİNİZ...


Küçük İskender

2 Ağustos 2009 Pazar

KORUMA

Kendimi pek iyi hissettiğimi söyleyemem doğrusu. Avukatlık mesleğinin, bir tarafta insanların, özellikle çocukların hayatları çürürken ve bu çürüme dokunduğu her şeyi hızla çürütürken yapabileceklerinizin sınırları olduğunun yüzünüze vurulması gibi kötü yönleri var. Başka insanlar gibi felaketi görmezden gelemiyorsunuz avukatlık yaparken. Kaçmak isteseniz de o, hep önünüze çıkıyor. Artık bir insan çürütme makinasına dönüşmüş sistemin içinde debelenip duruyorsunuz.

Bugün iki çocuk için avukat olarak görevlendirildim. Biri henüz 12'sini geçmişti hırsızlık yaparken suçüstü yakalanmış. Diğeri 17 yaşında bir korsan cd satıcısı. Anne ve babası ölmüş, ablası ve eniştesiyle yaşıyor. İfadeleri alındı biri için de koruma kararı verildi. Yurda gidecek... Ama ben neden kendimi hiç huzurlu hissetmiyorum? Bir çocuk için koruma talep ederken neden içim rahat değil?

Belki daha iki hafta önce yine avukat olarak atandığım bir dosyada tekrarlanan hikayedendir. Yurttan kaçan ve birkaç kişinin tecavüzüne uğradığı için karakola getirilen 17 yaşındaki genç kız, daha önce bir birliktelik yaşayıp yaşamadığını sorduğumda, yüzüme önce boş bir bakış fırlatıp sonra sanki dünyanın en normal şeyiymiş gibi babası ve dedesinin tecavüzüne uğradığı için devlet tarafından KORUMA altına alındığını söylemişti. Ve onun ardından görüştüğüm yurt görevlisi bayan da en az onun kadar soğukkanlı bir ifadeyle o gün ne yediğini anlatırcasına bana bunun, genç kızın başına gelen ilk vaka olmadığını, KORUMA altında olduğu süre içinde birkaç kez daha yurttan kaçıp tecavüze uğradığını, genç kızın zihinsel olarak biraz geri olması nedeniyle dışarıdaki insanlara çabucak güvendiğini anlatmıştı. Görevli bayan, ben yüzümdeki ifadeyi kontrol altında tutmaya çalışırken, genç kızın bir kızkardeşi olduğunu ve onun da ebeveyn tacizi nedeniyle koruma altına alındığını ancak bir önceki gün, aynı karakola küçük kızkardeşle geldiklerini ekledi. Küçük kızkardeşin durumu daha kötüymüş, aynı anda birden fazla kişi tarafından tecavüze uğramış.

Düşünmeden edemiyorum. Bu devlet kendi evlatlarını korumaktan bu kadar aciz olabilir mi? Görmezden geldiğinizde ve yok saydığınızda küçük çocukların kanıyla beslenerek büyüyen canavar yok olabilir mi? Bir devlet kendi çocuklarını bu kadar gönül rahatlığıyla harcayabilir ya da harcanmasına göz yumabilir mi? Devlet olanaklarının yetersizliğiyle açıklanamayacak, mazur görülemeyecek tek şey, bir çocuğun hayatının mahvolmasına izin verilmesidir. Eğer korumayı vaadettiği bir çocuğun bile hayatını değiştirmekten acizse bir devlet, ne işe yarar o zaman? Sormadan edemiyorum... Düşünmeden edemiyorum...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Bu Dünyadan Chaplin Geçti

Dün gece Sadık'ın bana verdiği Charlie Chaplin biyografisini izledim. Bu büyük dahiye hayranlığım ve özlemim bir kez daha arttı. Charlie Chaplin, sanki başka bir dünyayı, başka bir insanı ve ve başka bir dünyaya özlemi anlatıyor benim için. Chaplin'in yoksulluk ve sefalet içinde geçen çocukluğu onun başarısının da kaynağını anlatıyor aslında ve yaşamının sonuna kadar ezilenden yana cesaretle durmasının hatta yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği Amerika'dan uzaklaştırılmasının nedenini de açıklıyor...Aşağıdaki video, 1940 yapımı Büyük Diktatör filminden bir sahneyi içeriyor ve bu küçük serserinin insanlık için ne büyük bir değer olduğunu bana bir kez daha hatırlatıyor. İyi ki aynı dünyayı paylaşabildik onunla...


26 Temmuz 2009 Pazar

Kara...

Bazen yaşadığım anla bağlarımın zayıfladığı hissine kapılıyorum. Bütün düşünceler ve sesler beynimde hedefsizce uçuşup duruyor. Şu an olduğu gibi... NTV'de haberler var. Parça parça duyduğum cümleler neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Belki sadece nedenini saptayamadığım bir rahatsızlık duygusu.

Birbiriyle ilişkilendiremediğim yaşam parçalarıyla dolu bir havuzda yüzüyor gibiyim bazen. Yüzerken önüme bir parça çıkıyor tam üzerine düşünmeye başlayacakken uzaklaşıyor görüntüsü ve sonra bir başkası.. Sonra yüzümü bir başka yöne çeviriyorum ve benim gibi aynı havuzda yüzen başka insanlar görüyorum. Etrafım şaşkın ama aynı zamanda bitkin bakışlarla, suyun içinde kendine yol açmaya çalışan insanlarla dolu.

Geriye dönüp baktığımda ise gerçekte içinde olduğumun bir havuz değil; milyonlarca insanla birlikte içinde debelendiğim hayat artıklarıyla kaplı kocaman bir okyanus olduğunu fark ediyorum. Ve kara görünmüyor henüz...

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Ödünç

Bugün eski zamanlardan hatırladığım bir hava var Ankara'da. Üniversitedeyken kötü geçmiş bir finalin ardından dışarı çıktığımda yüzüme çarpan kasvetli, bulutlu hava gibi. Kantinde herkesin sıkılmak, o an için yapılabilecek tek şeymiş gibi birbirinin yüzüne baktığı bir günün havası gibi...Mutsuz değil ama kasvetli olmaya yazgılayan bir hava dışarıdaki...
Hava, neredeyse anılarımdaki günlerin havasıyla aynı, aynı olmayansa benim...Ve bir de çevremizdeki insanlar. Şimdi fakültenin kantinine dönsek, geçmişten bir gün ödünç alsak... Aydın, Armağan, Münevver, Işıl, Erhan, Şerife, Çağrı, Ulaş ve şimdi yazamadıklarım, son bir kez çayımızı yudumlayıp birbirimizin yüzüne baksak sıkılmak, o an yapılabilecek tek şeymiş gibi...

16 Haziran 2009 Salı

İnsanlık Büyük Tehlike Altında!!

Şu sıralar gizli bir ayaklanmadan şüpheleniyorum. İnsanoğlunu eziyetler içinde kıvrandırmayı amaçlayan bu gizli hareket hakkında henüz pek az kişi bilgi sahibi. Hatta belki de ben tek kişiyim. Ancak acılar içinde olmama rağmen gelen büyük tehlikeyi haber vererek görevimi yerine getirmek istiyorum.

Her şey birkaç hafta önce başladı. Bu musibet önce avukat arkadaşlarımdan Selen'in kapısını çaldı. Ben çok önemsemedim doğrusu. Sonra başka bir avukat arkadaşım Arzu'nun gmail notunu gördüm. O da aynı musibetin peşinde olduğunu söylüyordu. Tesadüf olduğunu düşündüm. Ama sonra işte ben de ayaklanmanın kurbanları arasındayım. Belki bu yazıyı okuduğunuzda siz de elinizle yanağınızı tutuyor, ufluyor olacaksınız. Sakın tesadüf olduğunu düşünmeyin.

Evet dostlar, 20 yaş dişlerinin organize bir biçimde harekete geçtiğine dair ciddi şüphelerim var. Karşımızda insan türünü hayatından bezdirerek ortadan kaldırmayı amaçlayan saf kötülüğe dayalı bir hareket var. Ağrı içinde kıvranarak uykusuz geçirdiğim gecelerde düşünecek çok vaktim oldu ve parçaları birleştirince bu sonuca ulaştım. Yıllardır ağzımda sessiz sedasız duran şey, sanki gizli bir merkezden emir almışçasına galeyana geldi, beni kıvrandırıyor. Etrafımdaki bu kadar insanın aynı zamanda acılar içinde kıvranmasının bir tesadüf olduğuna kimse inandıramaz beni. Şimdilik ne yapacağımı bilmiyorum, antibiyotik ve ağrı kesicilerle anlaşma sağlama yoluna başvurdum. Ancak kesin üstünlük sahibi olduğunun farkında olan muhatabım bana mısın demiyor.

Bu arada aklımdan Yiğit Bulut'u bulup kafasını ağzımın içine sokmak geçiyor. Hani evrim saçmalıktır falan diyordu ya gelsin onu acılar içindeki bana anlatsın. Gerçi kendisi yürüyen Ego Balonu olduğundan yakalamam zor olabilir. Denildiğinde göre egosunun şişikliği sayesinde suda batmıyor, yerde de ayda yürür gibi havalanarak yürüyormuş. Ben diyenlerin yalancısıyım.

9 Haziran 2009 Salı

Bir Çocuk Nasıl Mahvedilir?

Çocukların bu kadar gönül rahatlığıyla mahvedildilmesi, harcanması öfke bir yana tiksinti duygusu yaratıyor bende. Sokakta orada burada elinden tuttukları üç yaşındaki çocuk tökezleyince onu hırpalayan, küfür eden anneler görüyorum. Dolmuşta yer kalmayınca kendileri oturabilmek için ufacık çocukları ayağa kaldıran kadınlar, adamlar görüyorum. Hatta işi o kadar ileri götürüyüyorlar ki parasını verip yanınızdaki çocuğu oturtsanız bile gözleriyle taciz ediyorlar sizi. Tabii ne de olsa çocuklar örselenerek büyümeli, dolmuşta yetişkinler ayaktayken oturarak yolculuk yapmak neyine onların.

Diğer yandan bu işin diğer ucu da çocuklarını dünyanın merkezi gibi yetiştirerek onlara zarar veren ebeveynler. O çocuklara belki daha çok üzülüyorum çünkü dünyanın merkezi olmadıklarını ve hayatın kendilerine iltimas geçmeyeceğini acı bir biçimde öğrenecekler ve muhtemelen ailelerinin suçu yüzünden hayatla başetmekte çok zorlanacaklar.
Az önce Adana'da 11 yaşındaki küçük kızın kendisini okula göndermeyen, bütün umutlarını bağladığı SBS sınavına girmesine izin vermeyen annesini öldürdüğüne ilişkin haberi tekrar izledim. İçimdeki öfke öyle kabardı ki hele babasının suratını ekranda gördüğümde... Çocuğu olmayan teyzesine sıradan bir ihtiyaç malzemesi gibi sunulan, kara cahil insanların elinde hayatı kaydırılan bu çocuğun öfkesini anlayabiliyorum ben. Dişini nasıl sıktığını anlıyorum. Babasının "Onun kaderi de buymuş" dediğini duyduğumda tiksintim öyle arttı ki, bütün bedenimi kapladı, ben de dişimi sıktım aynı küçük kızın sıktığı gibi...

Babası demiş ki bir de "Kim evladını bırakır? Benim ciğerim, bir parçam. Evladımın arkasındayım." Nedense daha çok endişelendim küçük kız için. Bırakmayacaklarını, rahat bırakmayacaklarını görünce daha çok endişelendim.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Düşünmeye Değer Düşünceler


Dün üzerinde düşünmeye değer iki metin okudum. Paylaşmak istedim belki siz de düşünürsünüz diye. İlki abim, Murat Fehmi Pınar'a ait... Onun kendi bloguna yazdığı metinden bir bölümü aktarıyorum buraya:


"Irmağın akıntısına kapılıp sürüklenen bir çöp parçası, rüzgârın önünde savrulan bir yaprak için seçenek yoktur. Varoluşları içinde bulundukları durumu haklı kılar.
İnsan ne bir çöp parçası ne de rüzgârda savrulan bir yapraktır, ama iradesini aşan güçler karşısında o da savrulabilir.
Savrulmamak, sürüklenmemek değildir insanı çöp parçası olmaktan ayıran. Savrulurken, sürüklenirken bile direnmektir. Sonunda zafer umulmasa bile savaşmaktır.
Eğilmiş sayılmaz kendi iradesiyle eğilmedikçe bir baş, yenilmiş sayılmaz yenildim demedikçe bir insan.
Evren tüm gücüyle yüklendiğinde, önüne katıp sürüklediğinde bile kolundaki bacağındaki güç yettiğince akıntının tersine yüzmek, doğru bildiğini yapmaktır insanı insan yapan."
yazının tamamını http://akintinintersine.blogspot.com/ adresinden okuyabilirsiniz.

Okuduğum diğer metin ise Yalçın Küçük'e ait. Dün katıldığım bir seminerde sıkıntıdan elimdeki İthaki ajandasını karıştırırken gözüme çarptı. Ajandanın bir sayfasına Küçük'ün Tekeliyet 2 kitabından yaptıkları alıntı şöyle:
"Tekelokrasi, tabansız ve korkaktır. Bu nedenle tanrıcıkları yeteneksizlerden seçmek zorundadır, çünkü yeteneksizlerin başkaldırma güç ve şansı olmadığını biliyoruz ve yetenek, her zaman isyanın tohumlarını içermektedir. Bu nedenle bugün ülkede, yeteneklere bütün kapılar kapalıdır; öyleyse seçim ve yarış yoktur, diyebiliyoruz."

24 Mayıs 2009 Pazar

Rampaların Ustasıyım Mahallenin Baskısıyım


Haftasonu Bolu'daydım. Bizimkileri ziyarete gittim. Bu akşamüstü Ankara'ya döndüm, eve gelmek için dolmuşa bindim. Sadece şoförün arkasında yer kalmıştı, geçtim oturdum ben de. Parayı uzatıp dolmuşun hareket etmesini beklerken, dolmuşçuyla ön koltukta oturan kadının sohbeti takıldı kulağıma.
Dolmuşçu "Çalışıyor musunuz?" diye sordu. Yeni tanışan iki kişi olduğunu fark edince merakım arttı iyice, kulak kesildim. Kadın, yakındaki sağlık ocağında çalıştığını söyledi. Adam, "İyi tanıdınız beni, ben sizi çıkaramamıştım" dedi. Kadın, "Aaa tabi tanıdım sizin küçügünüzle arkadaştık biz" dedi. Ben nedense, kadının adamla ilgilendiğini hissettim bir an. Hoşuma gitti, adamın parmaklarına baktım yüzük müzük yoktu. İkisi de ölçülü, düzgün insanlara benziyorlardı. Ben tam, belki de yeni bir aşkın başlayışına tanık oluyorum diye keyifli keyifli hayal edip ikisine bakarken.... Hoop dolmuşçuyla göz göze geldik aynada. Adam resmen beni onları dinlerken yakaladı. O da kendini yakalanmış hissedip rahatsız olmuş olacak ki yol boyunca tek kelime bile etmedi kadına.

Kendimi pek kötü hissettim. Dolmuşta oturan mahalle baskısı olarak, bir kadınla bir erkeğin sohbetini sabote etmişim gibi... İkisi arasındaki sessizlik öyle büyüdü ki beni oracıkta ezip küçücük yaptı. Keşke daha yakın bir yerde otursaydım da hemen dolmuştan inip rahat bıraksaydım insanları diye düşündüm. Sonuçta iş işten geçti, kadın benden önce indi, kuru kuru "İyi akşamlar" dediler birbirlerine. İnene kadar dolmuşçuyla göz göze gelmemek için elimden geleni yaptım. Mahalle baskısının vücut bulmuş hali olarak dolmuştan indiğimde, kendi kendime "Allahtan, kimse bilmeyecek" dedim. Ama artık siz de biliyorsunuz işte, tamam utanıyorum ama cidden kötü değildi niyetim;)

Hem zaten koca koca insanlar, utanmıyorlar mı orada burada sohbet etmeye kardeşim. Ayıp diye bir şey var. Suç hırsızda mı hırsızı yakalayanda mı kardeşim. Ar namus kalmadı bu memlekette :)))

19 Mayıs 2009 Salı

Atlar...

Bugün hayatımda ilk kez at yarışı izledim. Sevgili Sadık ve Evin, dün beni de davet edince gözlerim parladı. Hayatta hiç at yarışı izlememiş biri olmak istemediğimden, hemen teklifin üzerine atladım.

Hipodrom ve at yarışı izlemeye gelen insanlar, hiç de düşündüğüm gibi değillerdi. Bir kere hipodrom son derece güzel bir yer, yemyeşil... İnsanlar; ailece, çoluk çocuk gelmişlerdi, bir yandan piknik yapıp bir yandan atları izliyorlardı. Sanırım Türk filmlerinde erkek karakterin dağıtmasını ifade etmek için kullanılan "at yarışı müptelalığı" betimlemesi nedeniyle, ben gözleri kumar hırsıyla kanlanmış, acayip insanlarla karşılacağım fikriyle gitmiştim ama hiç de öyle olmadı.

Sonra atları izlemek çok güzeldi. Gerçekten göz kamaştırıcı hayvanlar. Tabii eve gelince dayanamadım açtım eski usulle ansiklopediyi, oldukça ilginç şeyler öğrendim. Mesela atlar; koyun, keçi, domuz, köpek gibi hayvanlardan 3000 yıl sonra evcilleştirilmişler. Ondan önce insanlar atları avlayıp yiyorlarmış. Evcilleştirildikten sonra oldukça zeki olduğu anlaşılan atlar, şaşırtıcı özelliklere sahipler. Öncelikle ayakta uyuyabiliyorlar, bunu uyurken kaslarını kilitleyerek başarıyorlar. Üstelik çok zeki hayvanlar... Yazılanlara göre taşıma için kullanılan atlar, birbiri ardına eklenen vagonların zincir seslerine dikkat ederek vagon sayısı artınca hareket etmeyi reddediyorlarmış.

Atların dünya tarihinin seyrine etkisinin de büyük olduğunu söylenebilir. Şöyle ki; Amerika kıtasında at nesli, Avrupalıların gelmesinden çok zaman önce tükenmişti. Atların Amerika'da tekrar varlık göstermeleri, Avrupalıların kıtaya ayak basmaları ve yanlarında at getirmeleriyle birlikte başladı. İşte bazı kaynaklara göre Aztekler, İspanyol işgalcilerle karşılaştıklarında, İspanyol ordusuna komuta eden Hernando Cortes, at üstündedir. O güne kadar at görmeyen ve tam da Cortes'e benzeyen Quetzalcoatl adında bir tanrı tarafından yok edilecekleri kehanetine inanan Aztekler, Cortes'in kahinlerin haber verdiği bu yarı tanrı olduğunu düşünürler. Elbette Azteklerin bu inancı Cortes'e Aztek kentinin kapılarını açar ve işini en azından bir süreliğine kolaylaştırır.

Bu hikayeyi düşününce insan, "Kehanet mi olacaklardan kaynaklanıyor yoksa olacakların nedeni kehanetler mi?" diye düşünmeden edemiyor. Sonuçta ne de olsa Azteklerin inandığı kehanet gerçekleşmiş oldu ve Aztek uygarlığı, Cortes'in öncülüğünü yaptığı Avrupalılar tarafından yok edildi. Aztekler, böyle bir kehanete inanmasalardı, kehanetin bu şekilde gerçekleşmesi engelenmiş olabilirdi.

Herneyse atlardan girdim, Azteklerden çıktım. Ve son satırları okuyup ekonomi-politik ve tarihin oluşumu üzerine bana muhalefet edecek arkadaşlara baştan söyleyeyim elbette teknolojik üstünlüğü olan İspanyollar karşısında Azteklerin kaderi muhtemelen aynı olurdu. Ancak, tarih üzerine biraz fantezi üretip, hayal gücümüzü çalıştırmanın pek zararı yok bana kalırsa.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Poe ve Vian'ın Gizemi

Okuduğum kitapların yazarlarına oldum olası özel bir ilgim olmuştur. Bir kitaba başlamadan önce oturur yazarı hakkında araştırma yaparım. Özel hayatlarını, nasıl çalıştıklarını, günlük sıkıntılarını merak ederim. Şimdiye kadar okuduğum yazarlar içinde özellikle iki tanesinin çok gizemli olduğunu düşünüyorum. Yaşamlarında ve ölümlerinde öğrenemediğiniz ama sezdiğiniz karanlık ya da mistik bir şeyler var gibi. Bu iki yazar: Edgar Allan Poe ve Boris Vian.

Poe'dan başlayayım. Çoğunlukla gizemli ve karanlık korku öyküleri yazan Poe'nun kendi hayatı da oldukça karanlık. Şimdi yaşadığı çağın en büyük yazarlarından sayılan Poe, hayattayken pek de saygı görmez, aşağılanmalara maruz kalır. Ünlü "Annabel Lee" şiirinin ilham kaynağı olduğu iddia edilen kuzeni Virginia ile evlendiğinde Virginia 13, Poe ise 27 yaşındadır. Kimilerine göre Poe'nun öykülerinde üvey babasının tacizine uğradığına dair izler vardır. İçki, uyuşturucu ve kumar Poe'nun hayatından eksik olmaz. Poe'nun öykülerinde dönemin genel eğiliminin tersine katiller, hırsızlar suçlular baş roldedir ve Poe, bir katilin iç dünyasını öyle vurucu betimler ki okurken kendisinin başından da benzeri bir olay geçtiğinden şüphe duymamak zordur. Örneğin ben iki öyküsünde de rastladığım öldürülen kişiyi duvara- zemine gömme eylemini, ve katilin iç dünyasına ilişkin müthiş anlatımları okurken Poe'ya dair karanlık hayaller kurmaktan kendimi alamadığımı itiraf edeyim. Poe, sadece 40 yaşındayken ve ikinci evliliğinden üç gün önce sokakta, bir barın önünde baygın bulunur. Birkaç gün sonra da ölür. İddiaya göre ölmeden önce son sözleri "Tanrım, lütfen zavallı ruhuma yardım et” olmuştur. Dostoyevski'ye göre "Poe'nun sadece kendine has olan ve onu bütün diğer yazarlardan ayırt eden özelliği, hayal gücünün olağanüstü genişliğidir." Baudelaire ise Poe için "Çağımızın en güçlü yazarıdır" der. Ancak Poe'nun cenazesine sadece dört kişi katılır. Bugün Poe'nun mezarında bir kuzgun kabartması var ve mezar taşında da "Dedi Kuzgun, hiçbir zaman" sözleri yazılı.

Boris Vian ise Poe'nun tersine kısa ömrü boyunca ün ve saygınlığa bolca mazhar olmuş. Ben Vian'ın hayatında garip mistik bir şeyler varmış gibi hayal etmeyi seviyorum. Vian 1920'de doğar. Maden mühendisliği diploması alan Vian, en fazla tanınan üç romanını da henüz 26 yaşındayken 1946'da yazar. Vian, sadece edebiyat alanında değil sanatın pekçok alanında çılgınca üretir ve neredeyse yaptığı her şeyde çok başarılı olur. Vian, müzik grubu kurar, jazz üzerine yazılar yazar, 400 civarı şarkı sözü üretir, müzikal komedi hatta opera bile yazar, albümler çıkarır, turnelere gider, senaryo, oyun yazar. Vian bir dönem de bilimkurguya merak salar, eski arabaları onarma işiyle ilgilenir. 1946'da birden şiddetli bir resim arzusu duyar ve birkaç gün içinde çok sayıda yağlıboya resim yapar; hatta resimleri, ressam yazarlar sergisinde bile yer alır. Vian, elini neye attıysa ses getirir ama bu panik içinde üreten ilginç adam, sadece 39 yaşındayken romanının film galasında kalp krizinden ölür.
Boris Vian'ın bu biraz panik içinde her şeyi yapma arzusu ve aniden alevlenen delicesine insanüstü üretimi, bana hep acayip gelmiştir. Birilerinin Vian'a vaktinin kısa olduğunu fısıldadığını düşünmek hoşuma gidiyor. Ya da ne bileyim belki ruhunu şeytana satmış ve ömründen yirmi yıl vermeyi kabul edip yetenek istemiştir şeytandan. Kim bilir belki de öyledir?

12 Mayıs 2009 Salı

Seri Üretim

Şu sıralar gülsem mi sinir mi olsam bilemediğim birkaç şey gözüme batmakta. Tamam dürüst olacağım, hem gülüyorum hem sinir oluyorum. Bunlardan ilk aklıma gelenler çantalar, yaylı sistem yürüyüşü ve s'ler... Anlamsız mı geldi? Açıklayacağım hem de resimli olarak.
Öncelikle artık nereye baksam karşıma çıkan garip, çantalı kadınlardan başlayayım. Tamam modayla ve şimdi moda olan koca koca çantalarla sorunum yok ben bile kullanabilirim ama benim anlayamadığım bu çantaların taşınma biçimleriyle ilgili bir kullanım kılavuzu mu var? Ya da bilinmeyen bir güç telepatik dalgalar yayarak herkesin aynı biçimde yürümesini mi sağlıyor? Yani nasıl oluyor da giderek artan sayıda kadın çantayı kollarının aynı noktasına sabitleyip, bir kolu şaşmaz bir 45 derecelik açıya ayarlayıp, çanta taşınmayan diğer kollarını da ritmik olarak havada yüzercesine sallayabiliyorlar? Öylesine teknik üstünlük gerektiren bir stil ki bu, hani yazma çizme gücüme güvensem de fotoğraflara mahkum olmaktan kurtulamıyorum. Mesela şöyle:



Elbette sadece çantayla bitmiyor iş. Mesele çantada değil nitekim. Mesele acayip bir kadın tipinin yayılması. Bu tipler, kıyafet, aksesuar, gözlük, saç modeli ve yürüyüş hatta konuşma tarzı ile bir bütün. Her köşe başından çıkıveriyorlar: Örneğin benim çalıştığım yer olan Adliye'nin koridorları, yürüyen Turkish Hilton'lardan geçilmiyor. Kızılay'a gidiyorum orada da sağım solum Turkish Hilton. Ankara'da mıyım yoksa "Sex And The City" setinde miyim ayırt edememeye başladım, daral geldi artık.
Anlayamadığım şeylerden biri de nasıl o şekilde yürüyebildikleri. Yani fizik kurallarını zorlayan bir durum var ortada. Hatta ben bugün evde denedim yapamadım gerçekten. Bir yandan bacakları o kadar açarak adım atıp bir yandan yerçekimsiz ortam içindeymiş gibi havada yükselerek, yaylanarak yürüyebilmek herkesin harcı değil; ben buna karar verdim.

Gelelim "s" meselesine. Bu da henüz 20'lerini ortalamamış hanım kızlarımız arasında yayılan bir konuşma biçimi. Buna ben "Emre Aydın ya da Kavak Yelleri" aksanı diyorum. Kızlarımızın hayata geçirmeye başladığı bu aksanda kelimeler, dişler arasından çıkarılıyor. "S"lere bastırılıyor Ş'ler "S-Ş"arası bir kelime gibi söyleniyor . Mesela "Aşti" yerine "Asstiii" gibi bir şey söylüyorsunuz. Bir de "Z"lere de elveda demeniz gerekiyor. "Mesela "Bu kez anladım" yerine "Bu kes anladım" diyorsunuz" ya da "Belki bir gün össlersiiin" gibi... Konuşmaya mimiklerle çocuk-ergen masumiyeti havası katılarak işlem tamamlanıyor. Bakınız Kavak Yelleri dizisinde Aslı'nın konuşması.

Sonuç: Bütün gözlemlerim sonucunda oturup bu garip akımların geçmesini beklemekten başka bir şey yapamayacağıma karar verdim. Olumlu düşünmeye çalışıyorum. Beni umutlandıran iki şey var ilki; bir süre sonra devasa çantaları, acayip yürüyüşleri ve gece davetlerinde giyilmesi için tasarlanmış çivi topuklu ayakkabılarla dere tepe kaldırımlar üstünde gezinmeleri nedeniyle sakatlanan hanımların doktor emriyle bu sevdadan vazgeçeceklerine inancım. Diğeri de en azından Serpil Çakmaklı tokaları ve saç biçiminin henüz hortlamamış olması. Hala yaşanabilir bir dünyadayız yani.
Not : Bu arada Sevgili Arkadaşım Ömür'e bugün bloga ne yazacağım konusunda verdiği ilham ve cesaretten dolayı teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. Ömür, beni kızdırmamaya bak yoksa gelecek sefer soy ismini ve çalıştığın yerin adresini de vereceğim ;)

10 Mayıs 2009 Pazar

Şans

Annem Sabahat Sercan Pınar'a

Bazı insanlar diğerlerinden daha şanslıdırlar. Nedense bu tür insanlara tüm kapılar sanki daha kolay açılır, hep dört ayak üstüne düşerler. Başlarına bir talihsizlik geldiğini düşündükleri anda bile birden bu olay, onlar için daha iyi koşullar sağlayan bir talihe dönüşüverir. Sizi bilmem ama ben o şanslı insanlardan değilim sanırım. Şanssız değilim ama "şanslı" da sayılmam doğrusu. Ancak hayatta kesinlikle şanslı olduğumu düşündüğüm tek bir konu var: Annem.

İnsan, annesini neden sever? Bunun birçok nedeni var, annenin bir kısmı fizyolojik nedenlere bağlı olan sonsuz şefkati ve sevgisi karşısında kayıtsız kalmak mümkün değil mesela. Ya da annemiz, dünya çok çekilmez olduğunda, sığınılacak ve her zaman güvenilecek bir liman olduğundandır ona olan sevgimiz. Belki de kimse sevmese de bizi hep sevecek ve hoşgörüsüyle saracak tek kişi olduğundan severiz annemizi.

Benim sevgim de elbette bütün bunlardan besleniyor. Ama annemi sevmemin en önemli nedeni şu:
Bir gün kendime "Eğer benim annem olmasaydı, herhangi bir yerde tanışmış iki insan olsaydık O'nu yine de sever miydim" diye sordum ve cevabım, kesinlikle "Evet" oldu. İşte annemi, eğer benim annem olmasaydı da saygı duyup sevebileceğim bir insan olduğu için, hayat mücadelesinde bunca yılın, sayısız sınavın sonunda saygıdeğer kalmayı başarabildiği için çok seviyorum. Annemi, hiçbir zaman boyun eğmediği, herkes tersini söylese de doğru olduğuna inandığı şeyleri yaptığı için, sadece kendini değil çevresindeki her şeyi ve herkesi umursadığı için, bazen aynı fikirde olmasak da bana hep destek olduğu için seviyorum.

Ve dediğim gibi, belki şimdiye kadar süper lotoda hiçbir şey tutturamadım ama bazen dünyada benden daha şanslı kimse yokmuş gibi geliyor bana.

Anneler Günün Kutlu Olsun En Büyük Şansım...Kızın Olcay...

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Bayan Yanı


Eskiden tren bileti alacağınız zaman, kimse size koltuğunuzu hangi cinsiyette arzu ettiğinizi sormazdı. Sadece hangi saatte, hangi trenle, nereye gitmek istediğinizi söyler, biletinizi alırdınız. Yol arkadaşınız bir erkek de olabilirdi bir kadın da. Trenleri sevmemin birçok nedeninden biri de bu olmuştu yıllarca. Otobüslerin tersine trenlerde "bayan yanı" uygulamasının(zorlamasının) olmaması, en azından o trene binen insanların, yanlarındaki kişinin cinsiyetiyle ilgilenmediklerine kendimi inandırmamı kolaylaştırırdı. Kendimi kısa bir süreliğine de olsa aklı fikri etrafındakilerin belinden aşağısında olmayan daha ileri bir uygarlığa ait insanlarla yolculuk ediyormuşum gibi hissederdim.
Oysa son İstanbul yolculuğumu yaparken"bayan yanı" uygulamasının trenlere de sirayet ettiğini gördüm. Gerçi henüz otobüslerdeki kadar zaruret haline gelmemiş bu durum, tercihinize bırakılmış. Ancak Türkiye gibi hızla tutuculaşan bir ülkede bunun gerçek bir "tercih özgürlüğü" olmadığını anlamak için çok akıllı olmaya gerek yok. Ne de olsa bir kadının bir başka bir kadının yanında oturmayı seçebilecek durumdayken bu"lüksünü (!)" kullanmadan, herhangi bir tercih belirtmeden bilet alması, bir çeşit ahlak düşüklüğü olarak kolayca nitelenebilir bu ülkede. 

Sonuç olarak haremlik-selamlık uygulaması, trenler için de geçerli artık. Trajikomik olansa, internetten birkaç saniyede otobüs ya da tren bileti alabilecek kadar ileri bir medeniyet düzeyine ulaşmışken, hızlı trenle milli gurur yaşamamız beklenirken hala bir kadınla bir erkeğin yanyana oturmalarının, ahlaksız bir sonuca ya da tacize gebe olduğunun düşünülmesi.

Hele otobüslerde bu zihniyet öyle yerleşmiş, sorgulanmaya sorgulanmaya öyle boyutlara ulaşmış durumda ki insanlar, birlikte oturmaya razı olsa muavin razı olmuyor bir türlü. Yan yana oturmanın sakıncaları öyle büyük ki bir anda bir namus meselesine dönüşebiliyor; elbette otobüsün namusundan sorumlu muavin için yaptığı müdahale son derece doğal olmalı. Diğer yandan işin garip olan bir başka yönü erkeklerin büyük çoğunluğunun da cinslerine sapık muamelesi yapılmasına epeyce alışmış olmaları. 

Bütün bu söylediklerimden sonra merak edenler için tren bileti alırken cinsiyetsiz koltuk tercih ettim, yanıma son derece kibar, "normal" bir "insan" oturdu ve bundan önceki yolculuklarımda uğramadığım gibi bu yolculuğumda da tacize uğramadım.

5 Mayıs 2009 Salı

Zamanın Akışı

Az önce geldim eve. Kendimi yalnız ve mutsuz hissettiğim günlerden biri. Gerçi mutsuzluk da denmez buna ama daha çok kafa karışıklığı belki. Yaşamın bana sundukları ve sunabilecekleriyle ilgili bir kafa karışıklığı. Belki de günlerdir yağan yağmurun beni sürüklediği kasvetli ruh halidir şu anın nedeni. Belki de son günlerde Pavese'nin müthiş karamsarlığına maruz kalmamdır neden. 
Haftasonu İstanbul'daydım. Burgaz'a gittik dostlarla, bisiklete bindik... Müthiş dinginliğin eşliğinde deniz kıyısında çayımızı yudumladık. Ben "Böyle hayatlar da var işte" dedim, denize bakarken... Bütün hayatımı Burgaz'da bu anın içinde geçirebilirim diye düşündüm kendi kendime. Mutluluk böyle bir şey olmalı...
"Zamanın akışı": Son yıllarda kendi kendime bu iki kelimeyi takrarlarken yakalanıyorum. Zamanın akışı... Nereden çıktığını bilmediğim bu iki kelime, en hazırlıksız anlarımda yalnızken yakalıyor beni. İçimden tekrarlıyorum: Zamanın akışı.... Zamanın akışı...


19 Nisan 2009 Pazar

Yol...


Jack Kerouac'ın Yolda (On The Road) kitabını az önce bitirdim. Kitap okumak da bir çeşit yolculuğa benzer, kitaba başladığınızda taşıdığınız ruh hali kitap içinde ilerledikçe değişir ve bitirdiğinizde biraz dinlenmek, geriye bakmak ve bazen yol boyunca yaşadıklarınızı birileriyle paylaşmak istersiniz. Yani en azından ben böyle hissediyorum...
Yolda'yı okurken hissettiğim en baskın duygu, tahmin edilebileceği üzere yolculuk yapmak arzusu idi. Gerçi bu benim için sıkça tekrarlanan bir duygu, belki de hayatla uyumlulaşmayı beceremediğim sürece de tekrarlanacak bir duygu. Yola çıkamadığım zamanlarda -ki son yıllarda neredeyse sadece evden işe yolculuk yapabiliyorum- içimi müthiş bir huzursuzlukla dolduran bir duygu bu.
Tam bu metni yazarken bundan üç dört sene önce bir trenin yemekli vagonunda çiziktirdiğim birkaç cümleyi hatırladım. Geçenlerde tesadüfen defterleri karıştırırken gözüme çarpmıştı. Gidip buldum yazdıklarımı. Yolculuk üzerine o gün belki de fazla dürüst bir biçimde kağıda döktüğüm düşünceleri hala taşıyorum. Şöyle demişim:

"Yolculuk yapmayı seviyorum. Birçok insanın aksine iki şehir arasında yaptığım bir yolculuğun günümün ya da gecemin büyük bir kısmını almasını tercih etmişimdir, asla geri verilmemek üzere alınmış bir ödünç zaman gibi... Hele gece yolculukları, özellikle yeni günün doğuşuyla yeni bir kentte tükenen yolculuklar gibisi yoktur. Sanki onca yıllık yaşamınız sonunda size verilmiş ikinci bir başlangıç şansı tadındadır, başka bir kentte başladığınız yeni gün.

Bütün bunların dışında yolculuk yapmayı neden sevdiğim sorusuna yıllar sonra bulduğum cevap ise tek kelimede gizli : "Kaçmak"... Evet, gönüllü yapılan her yolculuk içinde tatlı bir kaçışı gizler aslında. Kaçış, bir yenilik arzusudur, bir yenilenme isteği... Yolculuk, kaynağı ve amacından bağımsız olarak kendi başına da bir kaçıştır aynı zamanda. İnsanın hayatın karşısına çıkardıkları, çözülmesi gereken sorunlar karşısında kendini iradi olarak çaresiz bırakmasıdır ki böylece en azından yolculuk süresince çaresizliğin verdiği dinlenme hakkı doyasıya kullanılabilir. İşte bu yüzden seviyorum yolculuk yapmayı, hayatta yaptığım gizli bir kaçış planı her yolculuk.(2005)-Ankara -İstanbul- Fatih Ekspresi Yemekli Vagonu- Gece"

Yolda kitabına geri döneyim. Yolda, Beat Kuşağı olarak da adlandırılan bir grup Amerikalı gencin kendilerini arayış serüvenini anlatıyor. Aslında kitap, bir çeşit seyir defteri de sayılabilir. Yolda, yazar Jack Kerouac'ın dostu Neal Cassady ile 1940'ların sonunda Amerika'nın bir ucundan diğer ucuna sefil, parasız ama heyecanla ve umutla yaptıkları bir dizi yolculuğu ele alıyor. Bunu yaparken kitap, size derin felsefi analizler sunmuyor, sadece yol alıyor.

Kitabı bitirdiğimde kendi kuşağımı düşünüyordum yine ve etrafımda ne kadar çok insanın evlendiğini. Bir zamanlar insanların içini yakan yollara düşme arzusu artık yerini kök salıp aile kurmak arzusuna bırakmış olmalı. Artık kimse yola çıkmak istemiyor mu acaba? Kimse hayata yeniden, sıfırdan başlamak arzusu duymuyor mu? Kimse hiç yola çıkamayacak olsa bile bir gün yollara düşmenin, düşebilmenin hayaliyle yaşamıyor mu?


Belki de büyük umutsuzluğumuzun bir sonucudur artık herkesin bavul yerine oturma odası takımı almaya başlaması. Belki de kimsenin dünyanın müthiş sürprizlere gebe olduğuna ya da yolda içimizde hep aradığımız şeyi bulacağımıza inancı kalmamıştır. Belki de en iyisi budur, bilmiyorum... Belki de en iyisi artık bütün bavullardan vazgeçmek, bütün seyir defterlerini yakmak, elde ne varsa onunla yetinmek ve tabii bütün bunları yaparken bir gün pişman olmamak için bolca dua etmektir. Belki de artık en iyisi yaşamayı becerebilmeyi öğrenmektir. OLCAY PINAR

12 Nisan 2009 Pazar

One Minute! Kime diyorum?? One Minute!

Ülkelerin dış politika açılımlarının havalı isimleri olması karşısında içten içe kıskançlık duygusuyla kıvranan halkımız, artık geceleri yatağa daha huzurlu giriyor ve içimizdeki kıskançlık ateşini söndüren Başbakanımız sayesinde millet olarak melekler gibi uyuyoruz. Artık bizim ülkemizin de Truman Doktrini gibi akılda kalan, Marshall Planı gibi etkili Glasnost ve Perestroyka gibi merak uyandıran bir dış politika açılımı var: Karşınızda: “ONE MINUTE AÇILIMI”
Sayın Başbakanımızın monşerlere karşı kutsal mücadelesinin de ana sloganı olan “One Minute” açılımı, aynı zamanda rap şarkısı yapılmaya da müsait olması nedeniyle çağı yakalamış bir açılımdır. Ne yazık ki kimi kalın kafalılar tarafından başbakanımızın “One Minute” açılımı yeterince anlaşılamadı. “One Minute”, yeri geldiğinde “dürtüklenen” bir başbakanın isyanı olabildiği gibi memlekete teşrif eden Obama nezdinde, AKP’nin ABD’ye olan aşkının ifadesi de olabilmekte.

Mesela şöyle: Seninle One Minute, Umutlandırıyor bizi, One Minute siliyor canım, Yıllardır ettiklerinizi…
Şimdi “One Minute” açılımının dünyaya gözlerini açtığı o güne geri dönelim. Tatlı bir Davos akşamında dünya prömiyerini yapan “One Minute” açılımı sonrasında Başbakanımız, “Ben Kabile reisi değilim” açıklamasında bulundu. Bazı kendini bilmezler, 2002’den beri iktidarda bulunan Başbakanın yedi yıllık dış politika açılımlarının bu “dürtme” olayında payı bulunduğunu söyleme cüretini bile gösterebilmişler; inanabiliyor musunuz? Sözde yedi yıldır teslimiyetçi bir politika güdüyormuşuz, ABD ve AB’ye ne isterse ne zaman isterse veriyormuşuz. Sözde Türkiye, ABD’nin bölgedeki ayak işlerine hevesle atılıyormuş bu nedenle moderatörler, Türkiye’nin dürtüklenmeye alışkın olduğunu düşünüp böyle cüretli olabiliyorlarmış falan filan…

Oysa “One Minute”, yeni bir dönemin adı. Türkiye’nin bölgedeki liderliğinin ifadesidir. One Minute’ü kavramayan geri kafalı insanlar, yeni fikirlere de kapalılar. Örneğin bu yazının yazarının uzun yıllardır geliştirdiği solarium fikri, eminim Başbakanımız tarafından dikkate alınacaktır. İlk kez buradan açıkladığım Solarium Projem kapsamında büyük bir solarium kampanyası düzenlenecek, halkımız yediden yetmişe esmerleşecektir. Böylece hem liderlerimizin Obama’yla çektireceği fotoğraflarda kontrast farkı olmayacak hem de Ortadoğu halklarını aslında Arap olduğumuza inandırmak ve ABD adına liderliklerini üstlenmemiz daha kolay olacaktır. Üstelik muhtemelen beyaz olacak saltanat ve hilafet kıyafetinin de esmer tene daha çok yakışacağı ortadadır.
One Minute açılımının ikinci zaferini Türkiye, Rasmussen olayında gördü. Türkiye’nin yüce gönüllülüğü sayesinde NATO Genel Sekreteri seçilebilen Danimarka Başbakanı Rasmussen’in Medeniyetler İttifakı’ndaki konuşması yine bazı nifak sokucular tarafından yetersiz bulundu. Sözde Türkiye bugüne kadarki politikaları yüzünden o kadar teslim alınmış ki etkisizmiş, sözde Türkiye’nin özür diletme manevrası fiyaskoyla sonuçlanmış. Basında yaratılan “Özür dileyecek” yaygarasına rağmen ne özür dilemiş, ne yerlere kapanmış. Efendim, bu saçma iddialar olayları ancak at gözlüğüyle görenlere aittir!
Bu kimseler İslam Dünyasının lideri olarak Türkiye’nin karikatür krizinin intikamını bir özürle geçiştirebileceğini düşünecek kadar saftırlar. Evet, gerçek şudur ki Türkiye, Rasmussen’in seçilmesini istemiştir çünkü amaç Rasmussen’i kendi sahamıza çekmek, İstanbul’a gelmesini sağlamaktır. Sonrasında planlar tıkır tıkır yürümüştür. Evet Rasmussen, özür dilememiştir ama toplantı öncesinde sağlam bir DAYAK yemiştir. Kolunun sargıda olmasının nedeni de budur. Dış politikadan bihaber insanlar, Rasmussen’in düşmesi nedeniyle kolunun sargıda olduğu hikayesine inanacak kadar monşerdirler.
Artık One Minute zamanıdır. Artık nurlu ufuklara umutla bakma zamanıdır. Başta ne demiştik artık Türkiye Dış Politikasının emin ellerde olduğuna ikna olup melekler gibi uyuma zamanıdır. Herkese iyi uykular! (OLCAY PINAR)

3 Nisan 2009 Cuma

İtiraflar...

Shakespeare'in Coriolanus adlı oyunu, kibriyle ünlü Romalı bir komutanın hikayesini anlatıyor. Kitabın edebi yönünü pek tartışmayacağım -ki bence şimdiye kadar okuduğum en iyi Shakespeare eseri değildi- ancak Coriolanus, benim "halk" kavramı üzerine düşünmeme vesile oldu.

Kitabın giriş bölümünde hikayeye ilişkin genel bilgiler ve kimi bölümlerden parçalar bulunmakta. Daha ilk sayfada şu satırları okudum, Coriolanus, halka şöyle seslenir:

Ne barışta rahat verirsiniz insana
ne savaşta;

Birinden ödünüz patlar,
ötekinde kıpırdanmaya başlarsınız.

Size bel bağlayan,
karşısında aslan beklerken tavşan,
Tilki beklerken kaz bulur;
Buz üstünde kor parçasına
ya da güneşte dolu tanesine

Ne kadar güvenirsem,
size o kadar güvenirim.

Tek erdeminiz,
suçlu bulunandan yana çıkıp

Adalete lanet okumak.
Hakkıyla yükselen her insan

Sizin nefretinizi çeker...

Her dakika fikir değiştirirsiniz;

Bir gün önce nefretle söz ettiğiniz adama

Soylu demeye başlarsınız;

Baş tacı ettiğiniz adamdan kötüsü olmaz bir anda.


Bu konuşmanın son satırına geldiğimde birden kendimi Coriolanus'a sempati duyar halde buldum. Aslında hiç de haksız olmadığını düşündüm kendi kendime. Kitabı okumaya devam ettikçe ise sempatimin yerini kafa karışıklığı almaya başladı. Coriolanus, belki okuduğunuzda sizi de cezbeden bu satırları, açlıktan kırılan ve buğday için isyan eden halka karşı haykırıyordu çünkü. Bu kez fikrim değişiverdi hakkı için ayaklanan halk karşısında söylenince aynı sözler bir küfre dönüştü desem yeridir.
Bu ikilem hali, kendim ve "halk" kavramı üzerine düşünmeme de yol açtı. Önce "halk" dediğimde kendimi ne kadar içinde hissettiğimi sordum kendime. Dürüst bir cevap verdiğimde bugün halk kelimesini kullanırken kendimi bunun içine dahil etmekte zorlandığımı fark ettim. Bir çeşit kibir ve yabancılaşmadan çok yanında üzüntü ve kızgınlığı taşıyan bir his bu.

"Ama" dedim kendi kendime "bundan yıllar önce mesela 70'lerde "Halk" denildiğinde kim bilir nasıl titriyordu insanların yüreği?" O halde zamandan, edinilen tecrübelerden, geçilen ve geçilmeyen sınavlardan bağımsız olarak kutsal bir "halk" kavramından bahsedilebilir mi? Bugün tam da Coriolanus'un söylediği gibi hırsızlar omuzlarda taşınıyorsa, yolsuzluk yaptığı gün gibi ortada insanları "halk" yeniden seçiyorsa; "halk" denildiğinde içim titremiyor da canım sıkılıyorsa suçlu muyum?

Elbette, yetişmiş bir insan olarak sorumlulukları göz ardı etmek değil kastım. Ancak eğer bir şeyleri değiştirmek gerektiğini düşünüyorsak önce önümüzdeki malzemeyle yüzleşmek de gerekir. Bugün halk denilen topluluğun -ki "halk" derken topluma rengini veren baskın karakteri kastediyorum- yüceltilecek bir yanı kalmış mıdır acaba? Hitler'i tezahüratlarla dünyanın başına saran da "halk" değil miydi? Peki Bush'u iki kez seçip cinayet silahını eline veren? Kendini Hitler'i destekleyen "halk"tan saymayanı suçlayabilir miyiz? Bence suçlayamayız... Şimdi beni de suçlamayın o zaman, sevgiyle dökülmüyorsa dökülemiyorsa ağzımdan "halk" kelimesi.

Bu yazıda tartışılacak, karşı çıkılacak birçok nokta olabilir, farkındayım. Açıkçası, düşünmem gerektiğine inanılan şeyler ile kendimi düşünürken bulduğum şeyler arasında sıkışmış durumda hissediyorum bazen. Teorik açıdan birçok açıklama yapılabilir bugün içinde yaşadığımız duruma. Ekonomik ve sosyal bir çok açıklama yapılabilir. Bütün açıklamalardan öte aklımdan geçen en dürüst cümleleri yazdım sanırım. Bazen doğru bir şekilde anlatmak için yardım almak gerekir bir ustadan. Shakespeare ile başladım Nazım'la bitireyim o halde. Beklenen bir son olacak belki ama onun cümlelerinden daha iyisi kurulmadı henüz. Olcay PINAR


DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Nazım Hikmet

1947